28 Kasım 2007

İSLAM GERÇEĞİ-2.BÖLÜM

HATIRLATMA:

BU KİTAPÇIĞI BLOGUMA EKLERKEN BİR KONUYU AÇIKLAMAM GEREK.....
KURAN DIŞINDA HİÇBİR SÖZCÜĞÜ KABUL ETMEDİĞİMDEN....(ÇOCUKLARIMA NASİHAT İÇİNE BAKILABİLİR)müslüman yerine müslim,namaz yerine salat,cami yerine de mescid denmesi gerektiğini düşündüğümü açıklamak ihtiyacı hissettim...KARAR SİZİN...
YİNE DE EKLEYEYİM....İSLAM GERÇEĞİ İSİMLİ YAPITA İMZA KOYAN ALTI BİLİM ADAMININ AYNİ YAPITTAKİ GÖRÜŞÜNÜ:

KURAN ANLATIMIYLA DİN-İSLAM

Kur'an'a göre dinin sahibi sadece Allah'tır. Dolayısıyla din Allah tarafından konan, korunan ilahi ve evrensel bir kurumdur. Bu kurumda hüküm sahibi tektir; Peygamberlerin hem görevleri hem de büyüklükleri din kuyuculuğundan ve koruyuculuğundan değil, sadece Allah tarafından gönderilen dini tebliğ etmelerinden kaynaklanır. Hiçbir peygamberin din koyuculuğunda Allah'la beraberlik veya ortaklık gibi bir yetkisi ve üstünlüğü yoktur. Dinin bir tek sahibi vardır: Allah. Kur'an'ın bu konuya ilişkin ifadeleri çok açıktır. "Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır" (Zümer, 3). "Bana, dini yalnız Allah'a özgü kılarak O'na ibadet/kulluk etmek emredildi" (Zümer, 11).
Allah dışında herhangi bir kişi veya gücün, herhangi bir gerekçeyle Allah'ın yanında söz, hüküm, etki, şefaat, yaklaştırıcılık imkanına sahip kılınması veya düşünülmesi şirk, yani Allah'a ortak koşmaktır. "Yoksa Allah'tan başka şefaatçılar mı edindiler?... De ki: Şefaat, tümden Allah'ındır" (Zümer, 43, 44).

Allah'a iman ve sevgi, Allah'ın yanında birilerinin daha devreye sokulmasına bağlı hale geliyorsa Kur'an bunu da şirk(2) belirtisi sayar.
Kısacası, din konusunda Kur'an şu ilkeyi tartışmasız bir hakikat olarak ilan etmektedir. "Gerçek, Rabbinden gelir. O halde sakın kuşkuya düşenlerden olma" (Bakara, 147). "De ki: Sadece Allah götürür hakka. Hakka götürebilen mi izlenmeye daha layıktır yoksa kılavuzlanmadıkça yolu bulamayan mı? Peki, ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?" (Yunus, 35).
Din konusunun temel Kur'ansal bakış açısı bu olduğu içindir ki, Cenabı Hak dinin adını da bizzat kendisi belirlemiş ve bu adın başka bir kuvvete nispet edilmesini önlemiştir. Kur'an'ın getirdiği birlik dininin adı İslam'dır(3) ve bu adın yerine veya yanına başka
hiçbir kelime kullanılamaz .
(Ali İmran, 19, 85; Maide, 3).

ALINTI-İSLAM GERÇEĞİ-A.Ü.İ.F.-1995-SAYI-197-SH.8



İKİNCİ BÖLÜM

GÜNLÜK HAYAT ve İSLAM
KISIM I
İSLAMIN İTİKAT BOYUTU
10. İtikat Kişiseldir ve Hür İrade İle Gerçekleşir :
İslamın itikat boyutu, Tanrı elçisi Hazreti Muhammedi ilahi vahiyler olarak telakki edip yaşamış olduğu ve insanlara değiştirmeden bildirdiği Kur'anın Allah ve İnsan ilişkileriyle ilgili ayetleri olarak somutlaşmıştır. Bunlar, müslümanların her günkü yaşayışında nesnel görüntüler olarak gözlenebilir.
Her dinde, özellikle semavi dinlerde itikat boyutu, bireylerin ruhunda bireysel varlığında oluşur. Daha sonra, toplumsal bir varlık olmasını ifade eden kişisel davranışlarında somutlaşır. Olağan olarak İslam inancının yaşanması da böyledir. Onu, kişilerin hür tecrübe ve davranışlarında tesbit edebiliriz. Nitekim, bu olgunun en açık örneklerini daha İslam'ın ilk tebliği sırasında bile görmekteyiz. İlk müslümanların nasıl gönülden teslimiyet gösterdikleri bilinmektedir.
11. İtikadda Zorlama Sapmalara Yol Açar, İslam Zorla
mayı Red Eder :
"Dinde zorlama yoktur..." (Bakara, 256) ayetindeki zorlamayı müslüman olmayan kimseler için gibi anlayıp, müslümanları ise, ibadet ve bazı davranışlarıyla ilgili olarak zorlamak gerektiği kanaatini taşıyanları kendi toplumumuzda da görmekteyiz. Onların bu inançları yanlıştır. Ayet, müslümana da din hürriyeti tanımaktadır. Dinimizin gerek inanç unsurlarını gerekse ibadetle ilgili yönlerini çocuklara veya daha ileri yaştakilere zorla kabul ettirme ve yaptırmanın nasıl içinden çıkılmaz sorunlar yarattığını, onları nefrete ve inançsızlığa sürüklediğini de gözleyebilmekteyiz.

Hz. Peygamber, putlara tapan ve onlarla ilgili birtakım çıkarları olanlara bile sırf din yaşayışla bağlı olarak ilahi vahyi sadece duyurmuş; onlara çağında bulunmuştur. Hatta böyle davranması için Allah tarafından uyarılmıştır (Rum, 21-22). İnanıp bağlanmanın ve Allah'a kulluk etmenin, kişinin hür iradesi ile gerçekleştiği kuşku götürmez bir gerçektir. Dinden nefret ettirmemenin yalnızca müslüman olmayan kimselerle ilişkide geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz? İnsanları müslüman oldukları için cezalandıracak mıyız? En güzel şekilde davranmak ölçüsü, gerek başka dinlerde, gerekse kendi dinimizde bulunanlarla ilgili bir ölçüdür. Yoksa, ahlaksal tutarsızlık içindeyiz demektir. Hele hele, inançsızlık sevginin değil, nefretin sonucudur. Yalnız kendilerinin müslüman oklukları duygu ve düşüncesiyle birtakım din kardeşlerini dinin dışına itmek çabasının, onları hor görmenin İslam'da yeri yoktur. Bu nedenle bir müslümanın başka birini "nüfus cüzdanı müslümanı" gibi nitelendirmeğe, inanç ve ibadet yönünden onu yargılamaya, aşağılamaya veya cezalandırmaya hiçbir hakkı ve yetkisi bulunmamaktadır. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi bizim dinimizde zorlama yoktur.
Toplum yaşayışının değişik kültür boyutlarında nasıl farklılaşmalar olabiliyorsa, dinsel yaşamda da farklılaşmalar olağandır. Birer dindar kimse olarak katılmadığımız yorum ve anlayışları, davranış biçimlerini yadırgasak bile, dinin dışında görmek ve onlara zorlayıcı bir şiddetle yönelmek; ne o yorum ve anlayışları, ne de o davranış biçimlerini değiştirmeğe yarar.
KISIM II
İSLAMIN AMEL BOYUTU
12. İslam-Şeriat İlişkisi :
"İSLAM"; barış, güven, huzur, mutluluk ve esenlik ifade eden "silim ve selam" köklerinden türemiş olup, bu nötr kavramların insanlar tarafından eylem ve aksiyona dönüştürülmesidir. Dolayısıyla, İslam olan kişi, isimlerinden birisi de "selam" olan ve yeryüzünde barış, huzur, güven isteyen Yaratıcı'nın bu amaç için koyduğu ilke ve kuralların gereğini yerine getirmeyi kabul eden insan olmaktadır.
Yüce Yaratıcı, bekleneni yerine getirebilmesi için evrendeki her varlığa koyduğu ve "tabiat kanunları" dediğimiz kurallara uyulmasına da bu adı vermiştir (Ali İmran, 83).
Bu kavram, bu yönüyle genel varlık ifade etmektedir. Şu kadar var ki, evrende zorunlu olan tabiat düzeni dışında insanda ahlaki emirler olarak konan hükümler onun seçimine bırakılmıştır. Ancak ondan bu kurallara uyması ısrarla istenmiştir.
Bu açıklamalardan sonra, konuya insanla ilişkisi bakımından daha özel amaçla yaklaşacak olursak islam, ilk peygamberden Son Peygambere kadar bütün Allah elçilerinin tebliğ ettikleri ve Kur'an terminolojisinde "fıtrat" denilen yaratılış dininin genel adıdır (Bakara, 131; Ali İmran, 20, 67).
Ve nihayet, en özel anlamıyla İslam, ilk peygamberden itibaren, bütün peygamberlerin getirmiş olduğu, fakat mensupları tarafından tahrif edilmiş, bozulmuş, değiştirilmiş olan bütün ilahi kitapları bünyesinde barındıran, dolayısıyla tüm vahyin toplamı demek olan ve Son Peygamber Hz. Muhammed'e indirilen Kur'anın getirdiği son dinin adıdır (Ali İmran, 19; Maide, 3).
Bu oldukça geniş tanımdan anlaşılacağı üzere, dinin sahibi
Allah, kaynağı Kur'an, adı İslam, tebliğ edeni Hz. MUHAM-
MED'dir.
"İslam" kavramının karşılığı olarak "din" ve "şeriat" kelimeleri de kullanılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, "din" ve

"şeriat" kelimeleri genel kavramlardır. İslam ise, özel bir kavramdır.''Din" ve "şeriat kelimeleri İslamın dışındaki dinler sistemIer ve anlayışlar için de kullanılır. Mesela, Firavun'un, dini, "Yahudi şeriati, Hıristiyan şeriati vs. denilebilir. Çünkü, din ve şeriat genel anlamda yol, metod, tarz, üslup, kanun demektir.
Ama İslam kelimesi, bir dinin özel adı olduğu için Arap İslamı, Fransız İslamı vs. denmesi Allah'ın iradesini saptırmak olur.
Kur'anı Kerimde bunu ifade eden şu ayetleri görüyoruz: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı uygun gördüm" (Maide, 3; Ali İmran, 19).
Şeriat kelimesi, Kur'anda bir tek ayette geçmekte olup, gidilecek ilahi yolun, takip edilecek tarz ve metodun İslam olduğunu ifade etmektedir (Casiye, 18).
Görüleceği üzere, İslam kelimesinden başka hiçbir kelime ve kavram, Kur'an dininin karşılığı olamaz. Bunun dışındaki bütün kavramlar İslamı herhangi bir yönüyle ve belli bir bakış açısıyla ifade etmek olabilir. O halde doğru olan, Kur'an dinini Allah'ın bizzat koyduğu ismiyle anmaktır. Bizzat sahibi tarafından konulan İslam adının, insanlar tarafından zaman içinde şeriat olarak sunulmuş olması, bu dinin muhtevasının da o doğrultuda anlaşılmasına sebep olmuştur. Bu şekilde insanlık ailesi bölünmüş, parçalanmış ve birçok toplum, adını ve kapsamını kendi koyduğu ama Allah'ı referans vererek kutsallaştırdığı bozulmuş dinlerin elinden çok çekmiştir.
Bu acıları tekrar yaşamamak için, insanlık bugün sahip olduğu korunmuş yegane kutsal belge olan Kur'an'ın içinde bulunan dinin adını ve muhtevasını bozmadan muhafaza etmelidir ve onu iyi anlamaya çalışarak, İslamın yegane amacı olan insan mutluluğu için kullanmalıdır.
Birçok kavram kargaşasında olduğu gibi, şeriat kavramında da taraftarlarının neyi savunduğu, karşıtlarının da neye karşı çıktığı net olarak belli değildir. Durum böyle olunca, aynı dine inanan ülke insanını birbirine düşürücü spekülasyonlardan kurtulmanın ve dini bizzat Allah'ın koyduğu isimle anmanın yararı ortadadır.Bu bakımdan İslamın adını muhafaza etmeliyiz. Gidilecek bir yol, takip edilecek bir metod, bir tarz ve bir disiplin olarak, Şeriat kelimesi ile İslam kasdedilebilir. Bir takım cezai müeyyide getirdiği için İslam, hukuki bir terimle de ifade edilebilir. İslamın zekat yönü dikkate alınarak, ona herhangi bir ekonomik isim de verilebilir. Bütün bunlar subjektif bir yorum ve bir değerlendirme olup, hiçbirisi Kur'an dininin özel adı olamaz. Bu dinin kitabı belli olduğu gibi, adı da konmuştur. Evrensel bir dine, her-kesin baktığı ve gördüğü açıdan hareketle bir isim koyması doğru olmaz.
Bu açıdan bakıldığında toplumumuzda "Şeriat yanlısı" veya "Şeriat düzeni" gibi tabirler yanlıştır. Şeriat dinle aynı tutulamaz. Bu tabirler altına sığınarak din uğruna birşeyler yaptığını sananlar aslında İslam dinini zedelemekten başka birşey yapmamaktadırlar.
13. Fıkhın Algılanışı Olarak İslam :
Kur'an'ın getirdiği dinin, insan eli değmemiş şekli İslam'dır. Ancak bu dinin insan tarafından anlaşılıp yorumlanmasına, bu malzemenin işlenip değerlendirilmesine, din bilginleri tarafından zamanın ve insanın şartlarına uyarlanmasına fıkıh denmektedir.
Yüce Allah tarafından,yeryüzü sofrasında önüne konan hammaddeyi işleyerek maddi ve bedensel ihtiyaçlarını gideren insan, Allah'ın Hz. Muhammed aracılığı ile gönderdiği, ahlak ve

vicdanın ihtiyaç duyduğu malzemeyi, ilke ve kuralları içeren ilahi kitap Kur'an'ın ışığında, manevi ve vicdani problemlerini de çöz-
melidir. Bu anlamda, kutsal kitap Kur'an, insan için bereketli yeryüzü nimetleri kadar önemlidir. İnsan bütün maddi ihtiyaçlarını nasıl tabiat kaynağından temin ediyor ise, manevi ihtiyaçlarını da onun kaynağı olan Kur'an'da bulacaktır (İsra, 9; Yunus, 57).
Yeryüzünü iyi işleyerek dünyada ekonomik düzeni, Kur'anı da iyi anlayarak ahlaki ve sosyal düzeni kurma görevi, Yaratıcı tarafından yalnız insana verilmiş onurlu bir görevdir.
İnsan bedensel ihtiyaçlarını gidermek için gerekli ve zorunlu hammaddeyi nasıl kendisi yaratmamışsa, ahlak ve vicdan kurallarını da kendisi icat edemez. Ancak, insan bir robot da değildir. O evrendeki aktivite ve ilahi oluşa katılmak zorundadır. Yalnız, bu katılım onun yapısı ve kapasitesi ile sınırlıdır. Burada iki yönlü
düzenleme ve güç sözkonusudur. Amaç ilke ve materyal, '^Yaratıcı Kudret" ten; belirlenen ilke ve amaçlar doğrultusunda teknik yöntem ve araçları gerçekleştirerek bu materyali değerlendirmek de "yaratılan kudret", yani insan tarafından olacaktır. İnsana bu onurlu görevinde yol göstermek üzere Yaratıcı, akıl ve vicdar gibi iki önemli imkan vermiştir. Buna göre insan, görevinin ötesinde bir şeye talip olarak tanrılık iddiasına kalkışmamalıdır. Ancak, tabiata egemen olmanın gerektirdiği aktivite ve aksiyondan da geri kalmamalıdır. İşte bu katılımın salt din alanındaki yönünün zaman ve insan faktörü dikkate alınarak belirlenmesine "fıkıh kuralları" denilmiştir.
Burada önemli olan husus şudur: nasıl ki her insan topluluğunun kapasitesine ve çağının şartlarına göre tabiattan yararlanması değişkenlik gösteriyor ve başka toplumları bağlamıyorsa, İslamın kaynağı olan Kur'an'dan yararlanmak da öyledir.' Her toplumun Fıkhı, yani Kur'an anlayışı kendi şartlarına göredir. Hiç-

bir zaman Fıkıh, İslam'ın kendisi değildir. Belki ondan bir toplumun anladığıdır. Çünkü fıkıh sabit değil, değişkendir. Zamana, ihtiyaçlara bölgesel ve coğrafi şartlara göre devamlı değişir. Bunu tarih içinde gayet net olarak görmekteyiz.
Özellikle İslamın gelişinden itibaren ilk 4 asır bunun en güzel örneğidir. Bu dönem içindeki mezhep imamlarının ve din bilginlerinin kanaatleri, içtihatları, fetvaları hiçbir zaman bağlayıcı kabul edilmemiş, sürekli değişmiştir. Hatta aynı din bilgininin içtihat ve kanaatleri, dini görüş ve fetvaları yaşadığı bölgeye göre değişkenlik göstermiştir. Bu konuda en çarpıcı örnek şudur: büyük din bilgini Şafii (Hinri 150-204) 54 yıllık kısa sayılabilecek yaşamının bir bölümünü Bağdat'ta, diğer bir bölümünü de Mısır'da geçirmiştir. Mısır'a gelince aynı konuda Bağdat'daki fetva ve görüşünden vazgeçmiş, Mısır'ın şartlarına göre yeni görüşler ortaya koymuştur. Hayatın durağan denebilecek şekilde yavaş seyrettiği kapalı bir tarım toplumunda ve şartların çok az değiştiği 13 asır önceki dönemde, böyle bir değişikliği zorunlu gören bir din bilgininin ve meslektaşlarının görüşleri,bugün için hala geçerli kabul edilebilir mi? İşte konunun en önemli noktası buradadır. Bu önemli noktayı kavrayamadan İslamı anlamak çok güçtür.
Fıkhı ve din bilginlerinin şahsi yorum ve görüşlerini bizatihi dinin kendisi kabul edenlerin bu yanılgıdan kurtulmaları mümkün değildir. Eğer, İslamın_evrensel ve zamanüstü bir din olduğu kabul ediliyorsa, ne dün yapılan içtihat bizi, ne de bugün yapılan içtihatlar yarınki nesli bağlayıcı olamaz. Bir devrin din anlayışı bütün zamanları kapsamaz. Ama. Kur'an bütün devirlerin anlayışına kaynak teşkil edecek yegane temeldir. Ancak, her devir bir önceki devrin tecrübelerinden yararlanacaktır. Hayat çok dinamiktir. Dünya hergün yeniden kuruluyor. Eğer bu dinamizm asırlar önceki görüş ve kanaatlerin bağlılığına mahkum edilirse,

böyle bir dinin hayata ayak uydurması mümkün değildir. O takdirde din hayatın dışına atılmaya mahkum edilir. Bu da hayatla dinin devamlı kavgasına ve sonuçta bu kavgada insanın yara almasına sebep olur. Böylece, insanın mutluluğunu amaçlayan bir din, onun mutsuzluğunun en büyük kaynağı haline gelir. Bugünkü durum da aşağı yukarı böyledir.
Hayatın sürekli ve süratli değişimine ayak uydurmak ve ortaya çıkan yeni sorunlara yeni çözümler getirebilmek için, günün şartlarına göre yeni din bilim uzmanları yetiştirmek hayati bir zorunluluktur.
14. Amel-İman İlişkisi:
İman, Allah'ın varlığını, birliğini, peygamberin Allah'ın elçisi olduğunu, bu elçilerin getirdiği kutsal kitapların Allah'ın sözü olduğunu, Allah'ın Melek adı verilen birtakım manevi varlıklarının olduğunu, öldükten sonra dirilmenin yani ahiretin var olduğunu kabul edip bu esaslara kesin olarak inanmaktır.
Ancak, imanın temel ve genel anlamı Allah'a inanmak olup, iman esasları olarak zikredilen diğer konular, iman konusunda detayı ve mükemmelliği ifade etmektedir. Bu konular, Allah'a imanın bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Onun içindir ki Kur'an'ın bazı ayetlerinde, sadece Allah'a iman zikredilerek yetinilmektedir. Bir başka ifade ile iman, yaratıcı, yapıp edici, tüm varlığa anlam ve yön veren, yüce merkez bir kudrete, insanın özgür iradesi ile bağlanmasıdır. Varlıklar alemindeki her mikro değerin, makro bir varlığın parçası olduğu genel bir düzende, insan denilen varlık kayıtsız kalamaz. Mutlaka en yüce bir varlığa bağlanma durumundadır. Tarih içinde bazı insan toplulukları, Yüce varlığı değişik yerlerde ve nesnelerde aramışlardır. Ay, gü¬neş, yıldız vs. bu yüce sanılan ve tapınılan varlıkların bazılarıdır (En'am, 74-78).

Kur'an ise, bu varlıkların alt varlıklar olduğunu, insanın daha üst bir varlık olduğunu ve alemdeki bütün varlıkların insanın hizmetine sunulduğunu, dolayısıyla insanı ve bütün varlıkları yaratan daha yüce ve üstün varlığın olduğunu belirterek, insanın onu kabul edip, ona bağlanmasının doğru olacağını haber vermektedir (Fussilet, 37).
İşte, insanın özgürce verdiği bu karara iman denmektedir. Bu kararın merkezi ise kalptir. Dil ile ifadesi, iman açısından zorunlu olmayıp, insanlar arası ilişkilerde ve yaşadığımız dünya şartlarında insana bazı statüler kazandırmaktadır.
İnsanın görevi ''Allah vardır, birdir, inandım, iman ettim demekle, bitmemekte, aksine yeni başlamaktadır. Çünkü bir gönül zenginliği, samimiyet ve sebat olan imanın insana kazandırdığı onur, onun çektiği ıstırap ve çile pahasına olmaktadır. Bu konuda Kur'an şöyle diyor: "İnsanlar sandılar mı ki inandık demeleri ile bırakılacak ve jnceden inceye imtihana çekilmeyecekler? Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneyden geçirmişizdir" (Ankebut, 2).
Bu ve benzeri birçok ayet bizi şu sonuca götürmektedir: İman bir ön şarttır, Yaratıcının buyruklarını kabul etmektir. Çün-kü, onun irade ve isteğine ters yönde amel ve davranışlar hiçbir olumlu sonuç doğurmaz. Kur'an bu bağlamda, imanın negatif boyutu olan şirk ve küfrün amelleri etkisiz kılacağını ve hükümsüz hale getireceğini söylemektedir (En'am, 88; Zümer, 65). Çünkü, Kur'an şirk ve küfrü, Yaratıcı'nın "külli yani bütünsel irade" sine ters bir gidiş ve onunla bir yarış olarak niteleyerek, bu,yarışta insanın mutlak suretle yenik düşeceğini vurgulamaktadır. (Ankebut, 4; Hud 121).
Ön şart olan imandan yoksun olarak yapılan davranışların insanı olumlu bir sonuca götüremiyeceğini anlatan Kur'an, aynı

zamanda amel, yani iş haline dönüşmeyen, spekülasyon halinde kalmış imanın da kurtarıcı olamayacağını vurgulamaktadır. Çünkü gerçek iman, kişiyi gönülden kabul ettiği konuları uygulamak noktasında tutarlı kılan, ağzıyla_ söylediğini davranışlarıyla tezkip ettirmeyen bir imandır. Zira insan, elinin ve gönlünün üretmediği ve ortaya koymadığı bir değerle övünemez (Necm, 39).
Bu bağlamda insanın karşılaştığı bütün sorunlar, onun bizzat kendi amelinin sonucudur. Bütün karanlıklar, sıkıntılar insanın elinin ürünüdür. Ahiret ve_hâşır günü de bu anlamda insanın
hayat macerasından hesap vereceği, amellerinin sayılıp döküleceği bir resmi geçit günüdür (Ali Îmrân, 30; Nahl, 111; Zilzal, 7-8;İsra 14).
Ancak, burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir konu da şudur: Amel deyince ne anlıyoruz? Bu kavram genelde namaz, oruç, hac gibi 3-5 kalemde sayılabilen davranışların adeta özel adı haline gelmiştir. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir. Koskoca bir insan ömrünü hiçe sayıp, onun bütün hareket ve davranışını 3-5 kelimeye sığdırmak yaşam denen sırrı ve oluşu algılamamaktır. Zira amel, bedensel, ruhsal, fikri, hayatın tümünü kapsayan faaliyetlerin tamamıdır. Özellikle düşünce faaliyeti, amel denen olgunun motor gücü ve beynidir. İslam bilimleri literatüründe şöyle bir terim vardır: Amel imanın cüz'ü, yani parçası değildir. Bu teknik tanımı iyi kavramak gerekmektedir. Evet, iman ve amel ayrı kavramlardır. Amel olmadan iman olabilir. Kişi inanır, fakat inandığını yapmaz. Ancak, böyle bir imanın yararı tartışılabilir. İnsan, yaptığı hareketlerle, ürettiği değerlerin sonucunu alacaktır.
Şunu unutmamak gerekir: insan zaman zaman hata yapabilir. Kur'an bunu açık olarak ifade etmektedir. Zaten günah kavramı, inananların dünyasına ait bir kavramdır. İnsan, sevap işleyebileceği gibi, günah da işleyebilir. Onun için de, Kur'an "tövbe"

denilen bir pişmanlık kurumu getirmiştir. Kirli elbiselerin yıkanıp temizlenmesi gibi, insan da pişmanlık duyarak ve tekrar aynı hataya dönmemek suretiyle tövbe ederse bütün günahlarından temizlenir. Bu kapı daima ve herkes için açıktır. Hiçbir günah insanı dinden çıkarmaz, insan düşe kalka inişli ve çıkışlı olan bu hayat yolunda yürüyecektir. Yaratıcı, daima onun yanındadır. Bunun bir göstergesi olarak, Kur'an'da şu prensip yer almaktadır: Kötü amele ceza olarak yalnız karşılığı verilir, iyi amele ise fazlası verilir. Çünkü kötü amele karşı verilen fazla ceza, zulüm, iyi amele karşı verilen mükafat ise yüceltir (Kasas; 84; Şura, 30-34; Sebe 77; Gafir, 40). Konuyla ilgili şu ayet meseleyi daha iyi aydınlatmaktadır: "Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı bağışlarız!"(Nisa, 31).
15. Amel-İbadet İlişkisi :
Amel, bilinçli olarak zihinsel ve bedensel her türlü üretim ve uygulamayı içeren tüm olumlu faaliyetlerin genel adıdır. İbadet ise, yaratıcının insana verdiği şerefli bir makam olan kulluğun sergilenmesi olayıdır. Genel anlamda, kulluk ve amel, ancak insana özgüdür. Kulluk ve amel arasında ana çizgileriyle bir fark yoktur.
Ancak, bu genel faaliyetin daha özel şekli olan, insanın Yaratıcısı ile salt anlamdaki ilişkisine ibadet denmektedir. Zaman içinde bu ilişki namaz, oruç ve hac şeklini almıştır. Ancak, ibadet alanını bu derece daraltmak doğru değildir. Evrendeki herşeyin bir görevi ve fonksiyonu olduğu gibi, en değerli varlık olan insanın da yapması gereken birtakım işler vardır. Her varlık, zorunlu olarak yaratıldığı amaca uygun hareket etmektedir. İnsanın da, iradesi ile kendisinden beklenen onurlu görevi ifa etmesi gerekmektedir. Bu konuda Kur'an'ı Kerim'de bir çok ayet vardır. Örnek olarak şu ayeti verebiliriz: "Görmezmisin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah'a secde ediyor. Bir çoğunun üzerine de azap hak olmuştur" (Hac, 18).






Kur'an-ı Kerim'de ameli salih, yani yararlı iş ve kulluk anlamındaki ibadet genel olarak zikrediliyor. Zaman zaman da bu kavramlar açılarak, özel şekiller halinde vurgulanıyor. O bakımdan, ibadet ve ameli salihi sadece namaz, oruç, cami_ve okul_inşası ile sınırlandırmak doğru değildir. Bu faaliyetler, olayın bir kaç parçasından ibarettir. Namaz kılmak, oruç tutmak ibadet ve ameli salih olduğu gibi, ana-babaya itaat, yoksula yardım, çalışmak, öğrenmek, akraba ve komşularla iyi geçinmek, vatan savunmasına katılmak, yetimleri gözetmek, dürüst ve adil davranmak, darda ve zorda kalmışlara destek olmak, doğru konuşmak, doğru şahitlik etmek, helal kazanıp helal yemek, sözleşmelere bağlı kalmak ve herkesin hakkına saygı göstermek gibi hayatın her alanını kuşatan bireysel ve toplumsal tüm yararlı işler bu kapsama girmektedir.
16. Temel İbadetler:
İslamda bazı ibadetlerin şekli, zamanı ve mekanı belirlenmiştir. Bunlara zaman ve mekana bağlı ibadetler diyebiliriz. Kur'an'da zikredilen temel ibadetlerin başında namaz, oruç, hac ve zekat gelmektedir. Bu ibadetlerin genel ibadet anlayışı içinde özel bir yer tutmasının sebebi, hem birey ve toplum için sağladığı yarar, hem de kollektif katılım içinde icra edilmeleridir. Bu ibadetler toplumun bütün gruplarını aynı hedefe yönelterek ortak bir amaç ve merkez meydana getirmektedir.
Bu ibadetlerden namazı ele alacak olursak; Kur'an'da 100'e yakın ayette zikredilen namaz, islam toplumunun karekteristik bir özelliği ve ruhsal göstergesidir. Bireysel anlamda, ruhun Yaratıcısı ile kucaklaşması olan namaz, cemaatle kılındığı zaman toplumsal bir disiplinden beklenenin en büyüğünü vermektedir.

Vakit namazları ile mahalle sakinlerini, Cuma namazları ile şehir sakinlerini, bayram namazları ile de tüm halkını kaynaştırmaktadır.
Oruç ibadetine gelince; temel gayesi Allah'ın rızası ve nefis terbiyesi olan oruç, hiçbir disiplin ve öğretide görülmeyen ruhsal ve ahlaki faydalar içermektedir. Bunun sonucu olarak, toplumda görülen suç ve gayri ahlaki davranışlarda önemli ölçüde düşüşler gözlenmektedir.
Temel ibadetlerden biri olan zekata gelince; İslam toplumunda olması gereken sosyo-ekonomik yapıyı beslemektedir. Bu da, bir müslümanın, başka insanlar yararına karşılıksız olarak ekonomik fedakarlıkta bulunması demektir. Çünkü İslam, belli bir insan grubunun değil, bütün insanların mutluluğunu hedeflemektedir. Bunun için de mali destek ve paylaşımla, servetin geniş tabana yayılması gereklidir. Kur'an'da namaz ve zekatın birlikte zikredilmesi, namazın psikolojik-mistik temizlenmeyi, zekatın da sosyo-ekonomik temizlenmeyi amaçladığını göstermektedir. Kur'an'da bunu açıkça ifade eden ayetler görmekteyiz (Anke-but, 45; Tövbe, 103).
Temel ibadetlerden, evrensel boyut taşıyan Hacca gelince; tevhit dininin ilk ve son mabedi olan Kabeyi ziyaret sebebi ile, ırk, dil, renk ve bölgesel farklılıklara rağmen, her yıl milyonlarca insanı aynı şuur etrafında toplayan hayranlık verici bir uygulamayı gerçekleştirmektedir. Ve böylece, toplumsal bilinci de aşarak, evrensel bir bilinç uyandırmaktadır. Hac ibadetinin, milletlerarası özellikle müslüman ülkeler arasındaki sorunları değerlendirmek için bir platform oluşturduğu da düşünülebilir.
Anılan ibadetlerden beklenen yararın, bireysel ve toplumsal mutluluğun sağlanması, insanın bu ibadetlerden bekleneni kavramasına ve amacına uygun şekilde yerine getirmesine bağlıdır.

KISIM III
İSLAMIN AHLAK BOYUTU
17. Ahlak Kavramı :
Ahlak, Arapça hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk; huy, yaradılış, seciye, adet, alışkanlık, insanın ruhsal-zihinsel halleri anlam¬larına gelir. Böylece ahlak, bir kimsenin huylarını, ya da bir topluluğun adetlerini, alışkanlıklarını anlatır. Terim olarak da ahlak, değişik biçimlerde açıklanabilmektedir. İnsanın iyi ve kötü diye sınıflandırılan davranış ve eylemleri ahlak kapsamı içinde belirtildiği, gibi bu davranış ve eylemlerinin temelini araştıran bilgi dalına da kısaca ahlak denmektedir.
İnsanın varoluşsal görünüşleri içinde Allah ile ilişkileri dinsel yaşama biçimini oluştururken; iyi ve kötü bir niyetle, ya da iyi veya kötü diye değerlendirilebilecek tarzda ortaya koyduğu her davranış da ahlaksal bir nitelik taşır. Kökü insanın varlık niteliklerinden biri olan ahlaksal davranışlar da daha duygu ve düşünce safhasından başlayarak dinsel bir anlamla belirebilirler. İlkel kabile dinlerinde, ulus dinlerinde olduğu kadar evrensel dinlerin bağlıları olan topluluklarda da ahlaksal davranışların tamamiyle dinsel anlamda anlaşıldıkları görülür. Bu, doğal olarak, dinsel yaşama boyutunun, insanın diğer varlık niteliklerinden daha derin oluşundan ileri gelmektedir. Ahlaklılık insanın evrensel boyutudur. İnsanlar hangi dinde olurlarsa olsunlar, yüksek değerler arasında daima dinsel değerler en başta yer almaktadır. Bu da dinin nüfuzunun ne kadar güçlü olduğunu gösterir.
İnsan, günlük yaşayışında bir hareketi iyi, bir başka davranışı kötü ve korkunç bulur; iyi ve kötü olan eylemler hakkında konuşur. Doğru-eğri, dürüst-dürüst olmayan, güvenilir ya da güvenilmez insanlar arasında bir ayırım yaparak hareket eder. Günlük yaşayışın insanı olarak bilim adamı, düşünür, işçi, sanayici, tüccar, sanatçı, devlet adamı, subay, öğretmen vb. çeşitli

yaşam faaliyetlerini gerçekleştiren kimseler, çeşitli değer duygu ve düşünceleriyle yaşarlar.
Yaşanan yüksek değerler kümesine sevgi, inanma, bilgi, sözde ve işde doğruluk, çalışkanlık, iyjlik, dürüstlük, insaflılık, dostluk, vefa, güven, saygı vb. değerler girer. Vasıta değerler ise, ilgi ve menfaat alanının değerleri, yani fayda, çıkar, kuşku, çekememezlik, kıskançlık, hoşlanmak-hoşlanmamak vb. gibi türlü değerlerdir. Bu kümedeki değerlerce yönlendirilen eylemler, kendi meşru sınırları içinde kalmayabilir, yüksek değerler kümesince yönetilen eylemlerin alanına uzanıp, onlara müdahale edebilir. Böylece, yüksek değer eylemi ile vasıta değer eylemi yer değiştirmiş olur, Mesela, insanın mesleğini çok sevdiği, kendisini çok ilgilendirdiği için değil de, daha çok maddi kazanç, ya da itibar sağlayacağı için seçmesi gibi. Vasıta değerlerce yönetilen faaliyetlerin başka bir önemli niteliği de, onların çeşitli kavgalar, hesaplaşmalar ve rekabetin görüldüğü faaliyetler olmasıdır. Bu anlamda insanlar, hem bireysel yaşayışlarında, hem de topluluk yaşayışında çekişip çatışmalara, kavgalara sürüklenirler. Yüksek değerler alanında bu gibi kavgalar, hesaplaşma ve çekişmeler mümkün değildir. Herkes istediği kadar dürüst olabilir, bir kimseyi veya bir şeyi gönülden sevebilir; gücü yettiği kadar kendisini bilime, sanata, mesleğine, Allah'a adıyabilir. Bu gibi durumlarda hiçbir çatışma ve kavga ile karşılaşılmaz. Demek ki, genel bir kural olarak, yüksek değerler insanları birleştirir; vasıta değerler ise, insanları birbirinden ayırır, birbiri ile çatışma ve düşmanlıklara sürükleyebilir. Üçüncü kümedeki değerler, alışılan değerler ise, insanın toplum ve kültür çevresinde bulunduğu değerlerdir. Bunlara oluşturulmuş değerler de denebilir. Gelenek ve göreneklerin, alışkanlıkların, zevkin, modanın değerleri; içine doğduğumuz toplum ve kültür yaşayışında karşılaştığımız, zamanla otomatikleşen davranışları yöneten değerler; bunlar gerek yüksek değerlerin, gerekse vasıta değerlerin yaşandığı ve yönettiği

eylemlerle oluşmuş maddi-manevi kültür kalıplarıdır. Bu değerler alanında, "böyle yapılmaz, edilmez", "şöyle yapılır, edilir" gibi yaygın bir anlam taşıyan, öznesi belirsiz buyruklar önemli ölçüde rol oynar. Alışılan değerler çağdan çağa, toplumdan toplu¬ma, bir kültür çevresinden başka bir kültür çevresine göre değişir. Bir ülkede uygun karşılanan bir davranış biçiminin, başka bir ülkede kötü olarak değerlendirildiği görülebilir. Oysa, yüksek değerler böyle değildir; çağdan çağa, toplumdan topluma değişikliğe uğramaz. Verilen sözü tutmak, dürüst olmak, çalışkan, yardımsever, yurtsever, vefalı, güvenilir, cömert, doğru sözlü, insaflı olmak, karşılık beklemeden iyilik yapmak vb. her insan topluluğunda, her kültür çevresinde aynı anlamı taşır.
Her günkü yaşayışta, her üç değer kümesi bir örgü gibi bir¬birlerinin içine girmiştir. İnsanların yaşaması böylece sürüp gider. Ancak, yüksek değerlerin, vasıta değerlerin buyruğuna girmemesi, alışılan değerlerin de günün gereklerine göre değişikliğe uğratılması eğitimle olur.
18. Kur'an Ahlakının Temel İlkeleri :
İnsanın karşıtlıkları içeren karmaşık varlığı Kur'an-ı Kerim'de açıkça ve çarpıcı bir üslupla tasvir edilir. Bir yandan, insanın en güzel bir biçimde yaratılmış olduğu (Tiin, 4), Tanrı'nın yeryüzün¬deki halifesi (vekili, temsilcisi) olduğu (Bakara, 30), öteyanda aşağıların aşağısı niteliği (A'raf, 179; Tiin, 5), türlü türlü varoluşsal görünüşleri belirtilir, değerlendirilir. Özellikle, yüksek ahlak değerlerini gerçekleştirme doğrultusunda, özünde saklı bulunan insani varlık nitelikleri uyandırılmaya çalışılır. İnsanlar bencil davranışlardan alıkonulmak üzere uyarılır. "Nefsin arzularına uyma, onlar seni Allah yolunda saptırır" (Sad, 26), "Nefsinizin hevasına uyarak adaletten uzaklaşmayın" (Nisa, 135) şeklindeki ayetler, insanların yüksek ahlak değerlerine davranışlarında öncelik ver¬melerini ve iradelerini bencil kişisel çıkarlarını tatmin yönünde

başkalarına zarar verici eylemler olarak gerçekleşen vasıta de¬ğerleri bastırmada kullanılmalarını öğütler. Başkalarına karşı tutum ve davranışlarında, insanın, kendisini ölçü edinmesi bir iyiliği, yardımı kendisine yapılmasını istemediği bir biçimde yapmaması istenir: "Ey inananlar, kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nimetlerin iyilerinden verin; göz yummadan alamıyacağınız kötü şeyleri sadaka vermeye kalkmayın" (Baka¬ra, 267). "Ey inananlar... bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi haddi aşmaya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, Allah'tan korkun" (Maide, 2). "Ey inananlar, Allah için adaletle tanıklık edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya uygun olan budur" (Maide, 8).
Hiçkimse olamayacak bir işe zorlanamaz: "Allah herkese, verdiği imkanlar ölçüsünde sorumluluk yükler" (Talak 7). "Bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz" (En'am, 152; Mü'minun, 62). "Allah dinde size güçlük yüklemedi" (Hac, 78). "Allah sizin yükünüzü hafifletmek ister" (Nisa, 28).
Kur'an ahlakı Allah merkezli bir ahlaktır. Hz. Peygamberin ve inananların dar ve geniş anlamda bütün kulluk eylemleri, bütün hayat faaliyetleri Allah içindir. "De ki, benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep alemlerin rabbi Allah içindir" (En'am, 162). Kur'an'ın bildirdiği ahlak kurallarının evrenselliği tartışma götürmez bir açıklıkla görülmektedir. İnananlara olduğu kadar bütün insanlara hitap edilmekte (A'raf 158; En'am 19); is¬ter bir adalet, ister bir erdem kuralı olarak başkasını olduğu gibi bizzat insanın kendisini (Bakara, 44, 267); yabancıları olduğu kadar yakınları, yoksulları olduğu kadar zenginleri (Nisa 135; Muttaffifin 1-3); insanın kendi toplululuğunu olduğu kadar başka toplulukları (Maide 2, 8) kapsayan bir nitelik taşımaktadır. Evrensel, yüksek ahlak değerleri Kur'an ahlakının temel ilkeleridir, diyebiliriz.

KISIM IV
İSLAMIN HUKUK BOYUTU
19. Kur'an'da Hukuk Konuları :
Hukuk, dinlerden önemli ölçüde yararlanmış olmasına rağ¬men, tamamiyle dine dayanmamıştır. Bununla birlikte onun dinden gelen değerlere uzak veya karşı olması da sözkonusu olmamıştır. Çünkü dini değerler, hukukun diğer kaynaklarını oluşturan gelenek, görenek, örf ve adetlerle, ayırdedilemez bir biçimde birarada bulunmaktadırlar. Özellikle şahıslarla ve aileyle ilgili hükümlerde, dini inançların, örf ve adetlerin tesirleri en büyük olmaktadır.
Dinden en çok etkilenmiş olanlar Musevi ve Müslüman ülkelerin hukuklarıdır. Çünkü Tevrat ve Kur'an bu alanda en çok hüküm ihtiva eden kutsal kitaplardır.Bununla birlikte Kur'an'ı Kerimde değinilen hukuk konuları çok azdır. Günümüzdeki hukuki düzenleme benzeri düzenlemeler ise çok daha azıdır.
Kur'an'da yer alan hukuka ilişkin hükümler, değişik hukuk okullarının oluşmasına kaynaklık etmiştir. Aralarındaki ihtilaflara rağmen, bunların hepsine birden İslam hukuku denilmektedir. Büyük hukukçuların isimleri ile anılan Hanefi Okulu, Şafii Okulu gibi kavramlar, Kur'an'daki hükümleri, ayrıntıya değil, genele yol göstermiş olmasından kaynaklandığı gibi, bölgelerdeki yaşayış biçiminden, geleneklerle örf ve adetlerin farklı olmasından da kaynaklanmıştır. Bazı kimseler İslam hukuku tabirinden doğrudan doğruya Kur'an ayetlerini veya Kur'an'ın kendisini anlayabil
mektedirler. Bu doğru değildir. İslam hukuku müslüman hukukçuların yorumlarından, yani içtihatlarından meydana gelmiştir. İslam hukuk okulları arasındaki farklılıkları başka türlü nasıl açıklayabiliriz? Kur'an'daki bazı hükümlere bazı hukuk okullarında değinilmemiş olması da, hukukçuların, içinde yaşadıkları zamanda

ve bölgedeki örf ve adetlerden gelmiştir. İleride bunun örneklerine değinilecektir.
Burada İslam hukukunun etkisinin en uzun süre devam ettiği düzenlemelerden evlenme-boşanma, miras, şahitlik ve örtünme konuları ile ilgili bilgiler verilecektir.
20. Evlenme-Boşanma :
Kur'an ayetleri ile tam bir uyum içinde olduğuna inanılan İslam hukukunun hükümlerine bağlı olarak anlatacağımız evlenme ve boşanma konusu, Türk-İslam aile hayatında bugüne kadar uzanan etkilere sahiptir. Ancak daha önce, Kur'an'ın vahyolunduğu dönemde (bu döneme Cahillik dönemi denilmiştir) durumun nasıl olduğunun ve Kur'an ayetlerinin bu duruma karşılık neleri öğütlemiş olduğunun bilinmesinde yarar vardır. Çünkü, Kur'an'ın birinci amacı o zamanın Arap toplumundaki, zulme varan haksızlıkları düzeltmek idi. Kur'an'ı dikkatle okuduğumuzda, onun, kadın haklarını düzenleyen ayetlerle yüklü olduğunu görü-, rüz. Kur'an ayetlerine bağlı olarak daha sonra geliştirilmeye çalışılmış olan İslam hukukunda, bu haksızlıkların düzelmiş olup olmadığı sorusu ise halen tartışmaya açık bir konudur. Yeri geldikçe bu soruya cevap verilmeye çalışılacaktır. Zaten okuyucu, Kur'an'ı Türkçe mealinden kendi kendine okursa bu yanlışları farkedebilir.
- Cahillik Döneminde Evlenme ve Kur'an'ın Öğütleri :
Kur'an'ın vahyolunduğu dönemde, Araplar arasında evlenme-boşanma açısından, özellikle kadınların aleyhine çok ilkel kurallar hüküm sürüyordu. Kabile hayatının bir özelliği olan, bitmez tükenmez savaşlarda erkekler ölüyor, kadınlarla çocuklar kimsesiz kalıyorlardı. Sahipsiz kalan kadınlar ve çocuklar başka erkeklerin himayesine veriliyordu. Eğer bu erkekler iyi insan iseler, kadınlar ve çocuklar hayatlarına rahatça devam edebiliyor-

lardı. Fakat, iyi insanlar çoğunlukta değildi ve erkeklerden bir çoğu dul kadınlar ve kız çocuklarını kendi çıkarları için kullanıyorlardı. Mesela; dul kadınlar ve kız çocuklar güzelse, isteyip istemediğini sormadan onları para ve mal karşılığı herhangi biriyle evlendiriyor veya evlendirmek üzere pazarlık ediyorlardı. Yetim erkek çocuk zenginse, onun mallarını kendi hesaplarına işletiyorlardı. Birçokları, yetim kadını ve çocuğu himayelerine almakla zengin oluyorlardı. Bazı erkekler de yetim kadınlarla ve kızlarla mehirsiz(8) olarak evleniyorlar, istedikleri zaman onları kolayca boşuyorlardı. Kadınların miras ile devralınması bile söz konusu idi. Allah Kur'an'da bu gibi haksız davranışları haram kılmış ve bu türlü davrananlara demiştir ki: "Eğer velisi olduğunuz, mal sahibi, yetim kızlarla evlenmekle, onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden diğer kadınlarla, iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, sadece birisiyle evlenmelisiniz veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur!." (Nisa, 3). Yetim kızlara haksızlık yapılmaması için, yetim olmayan kadınlardan dörde kadar evlenilmesine izin verildiğini görüyoruz. Yetim olmayan kadınların, güçlü olacakları ve haklarını savunabilecekleri kabul edilmiştir. Buna rağmen, onlar arasında da adaletsizlik yapmaktan korkanlar için, bir tek kadınla evlilik öğütlenmiştir. Nitekim bir başka Ayette, eşler arasında adalet yapmanın mümkün olmayacağı da bildirilmiştir.
"Adil hareket etmeyi hırs derecesinde isteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamayacaksınız..." (Nisa, 129).
Kur'an'ın ayetleri açısından, İslam'da evliliğin tek eşli oldu-
ğunu, birden fazla evliliğe ancak çok özel durumlarda izin veril-
diğini görüyoruz. Kur'an ayetleri böyledir, fakat Kur'an'ın ayetle-

rinden yararlanarak bir İslam hukuku meydana getirmeye çalışmış olan müslümarı erkek-hukukçular, "kadınlar arasında adil davranamazsınız" ilahi hükmünü ve buna bağlı olarak "sadece birislyle evlenmelisiniz" öğüdünü uygulamaya geçirmemişlerdir. Bu uygulama tek doğru olarak kabul edilmiş, bu sebepledir ki, Kur'an'ın tavsiye ettiği adalet seviyesine bir türlü ulaşılama¬mıştır.
Güçlü ve bilgili olan aileler, evliliği, kadının da boşanma hakkını ileri sürerek, anlaşmalarla sağlama alabilmişlerdir. Fakat, fakir veya bilgisiz ailelere, evlenme sırasında hakları bildirilmemiş, onların kadınları haksızlıklara katlanmak zorunda kalmışlardır.
- Cahillik Döneminde Boşanma ve Kur'an'ın Öğütleri :
Cahillik döneminde boşanma ile ilgili olarak da pek çok haksızlıklar yaşanıyordu ve insanlar bu haksızlıkları görmezlikten gelebiliyorlardı. Örneğin, bir erkek karısını bir daha almamak üzere boşamak istiyorsa, ona "Sen bana bundan sonra annemin sırtı gibisin!" derdi. İnsan annesi ile evlenemeyeceğine göre, o erkek de artık boşadığı karısı ile evlenemezdi. Bu türlü boşamaya "zıhar" denilir.
Bu konuda Kur'an'da Mücadile Suresi'nde çok güzel bir örnek vardır. Sure'ye isim olan Mücadile kelimesi, hakları için mücadele eden kadın anlamındadır. Sure, bu mücadeleyi veren kadının Allah tarafından desteklendiğini anlatarak söze başlar. Ayet şöyledir: "İçinizden karılarını, sen bana annem gibisin, diyerek boşamak isteyenler bilsinler ki, karıları anneleri gibi olamaz. Anneleri ancak onları doğuranlardır. Onların söyledikleri çirkin ve asılsız bir sözdür" (Mücadile, 3).
Bir sonraki ayette, böyle söyleyerek karılarını boşayanların, onunla yeniden evlenmezden önce, bir köleyi satın alıp hürriyetine kavuşturması veya iki ay üst üste oruç tutması veya 60 fakiri

doyurması şartı getirilmiştir. Bir daha hiç kimse böyle bir boşama olayına cesaret edememiştir.
Kur'an ayetlerine göre, mesela boşanma en az iki şahit huzurunda olmalıdır. Ayet şöyledir: "Kadınları ya uygun bir şekilde tutun ya da uygun bir şekilde onlardan ayrılın. İçinizden iki adil şahit de getirin. Şahitliği Allah için yapın, işte bu, Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür" (Talak, 2).
Kur'an’a göre, erkek karısından iki kere boşanabilir. Fakat her defasında bir bekleme süresi vardır. Taraflar hemen başkaları ile evlenemezler. Kadının hamile olup olmadığının belli olacağı kadar bir sürenin beklenmesi gerekir. Bu süreye "iddet" denilmektedir. İddet sırasında erkek pişman olur, taraflar da razı olurlarsa, evlilik yenilenebilir. Bu işlem ikinci defa tekrarlanabilir, fakat üçüncü defa tekrarlanamaz. Üçüncü boşanmadan şonra artık kadın boşandığı erkeğe haram olur. Eğer kadın bir başka erkekle evlenirse ve bu erkekten de boşanırsa. ancak o zaman kadın ilk kocası ile tekrar evlenebilir, yani ona yeniden helal olabilir (Bakara, 228-230)7
Bu düzenleme ile kadın hakları ve aile müessesesi güvenceye almış olmaktadır. Bakara süresindeki bu buyruklar hiç dikkate alınmadan maalesef erkeğin bir tek: "boş ol!" sözü boşanma için resmen yeterli sayılmıştır. Daha da kötüsü, boşanan karı ile kocanın, başkaları ile evlenmeden önce, beklemeleri gereken müddeti ve onların birbirleri ile barışma ve tekrar evlenme imkanını ortadan kaldıran "talak-ı selase" yani üç talak olayı kabul edilmiştir.
Talak-ı selase'ye göre erkek karısını üç defa üstüste "boş ol!" diyerek boşamışsa, iki şahit getirmesi gerekmeden, üç boşanmanın birleştiğine hükmedilmiş ve boşanma resmen gerçekleşebilmiştir.

Bundan sonra artık eşler birbirine haram sayılmışlardır. Eğer erkek kadını gerçekten boşamak istemiyordu da, sarhoşluk, baskı, hiddet v.b. bir sebep ile bu sözleri söyledi ise, bu defa da bir tür''hülle"ye başvurulabilmiştir. Hülle'ye göre, o kadın bir erkekle danışıklı olarak nikahlandıktan sonra ondan boşanmış ve tekrar kocasına nikahlanmıştır. İslam hukukçularının hepsi bu uygulamaları doğru bulmamışlarr fakat doğru bulmayanlan azınlıkta kalmışlardır. Azınlıkta kalan hukukçular: "boş ol!" sözünün, bir defada üç kere değil, 33 kere bile söylense, sadece bir tek boşama yerine geçebileceğini söylemişlerdir. Buna rağmen onlar yanlış uygulamalara karşı çıkamamışlardır. Böyle du¬rumlarda tarih içinde pek çok sıkıntılar yaşanmış, komedilere konu olacak kadar ileri gidildiği de görülmüştür.
Karılarını düşüncesizce, üç defa "boş ol!" diyerek boşadıktan sonra pişman olan erkekler için "zihar" ile ilgili ayet'ten öğüt alınarak, adaletli bir yol izlenemez miydi? Hayır, böyle bir kıyas katiyen yapılmamıştır. Aksine, günümüzde bile talakı selase sebebi ile çok aile onur kırıcı durumlar yaşamaktadırlar. Halkın uyguladığı hülle olayını hiç fakih yani alim doğru bulmamıştır.
Kur'an'a uymayan bu uygulamaya İslam tarihinde maalesef çok rastlanmaktadır. Bu uygulamalar, Hıristiyan ve Musevi¬ler tarafından İslam Dininin bir zaafiyeti olarak aleyhte kullanılmıştır.
21. Miras :
İslam öncesi devirde Araplar ne erkek ve kız çocukları, ne de kadınları mirasçı saymıyorlardı. "Mızrakları ile çarpışmayan ve yurdunu müdafaa etmeyen varis olamaz!" diyorlardı.
Bu yanlışı Nisa suresinde bulunan bir ayet şöylece düzeltmiştir: "Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır, kadınlara da hisse vardır. Bunlar az veya çok belirli bir

hissedir. Taksimde yakınlar, yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan onlara da verin ve güzel sözler söyleyin... Allah erkeğe iki dişinin (kadının) hissesi kadar tavsiye eder..." (Nisa, 7-11).
Ayette, hissenin ne kadar olacağı konusunda Allah'ın tavsiyesi, erkeğin hissesinin kadınınkinin iki misli olmasıdır. Ancak müslüman hukukçular, Allah'ın tavsiyesinin emrinden daha güçlü olacağı kabulü ile, kadına mirastan yarım hisse verilmesi tavsiyesini kanunlaştırmışlardır. Uygulamada bu kabul dondurulmuş ve bir daha da hiç değiştirilmemiştir. Taksim sırasında varis durumunda olmayan yakınlar, yetimler ve düşkünler bulunursa bunlara da vermek ve güzel sözler söylemek emri ise emir olarak kabul edilmemiş ve uygulamaya hiç geçirilmemiştir.
Kur'an'ın kadına erkeğin yarısı kadar hisse vermesi durum için geçerli kategorik bir emir değildir. Mirasçıların ortaya koydukları tablonun bazı görünümlerinde kadın erkekten fazla alabilmektedir. Şunu da unutmayalım ki, Kur'an kadının mali haklarını, mal ayrılığını kabul etmek ve aile içi harcamaları tamamen erkeğe yüklemek gibi tedbirlerle de takviye etmiştir. Önemli olan, sonuçta tarafları haksızlığa maruz bırakmamaktır. İşin esası, fıkıhtaki deyimle maksat kısmı budur. Bu maksada ulaşmada her sistem bir başka yöntem kullanır. Bizim için dikkat edilecek nokta, cinsler arasında mali dengenin adalet ilkesine uygun kurulup kurulmadığıdır.
Burada bir noktayı özellikle vurgulamak yerinde olacaktır: DuI kadın,kız çocuk ve yakınlara mirastan bir hisse verilmesinin hiç düşünülmediği bir ortamda bunlara miras hakkı getirmiş olması İslam Dinindeki yüceliğe verilecek en güzel örneklerden biridir.

22. Şahitlik :
Kur'an'da, şahitlik ile ilgili ayette kadın-erkek ayrımı yapılmamıştır. Ayet şöyledir: "Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin. İster zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer saptırırsanız veya şahitlik etmekten kaçınırsanız, bilesiniz ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır" (Nisa, 135).
Görülüyor ki, ayette kadın erkek ayrımı yapılmadan, "Ey inananlar!" diye bütün inananlara hitabedilmiştir. Şahitlik edecek kimselerin sayısı da belirtilmemiştir. Şahitlikte önemli olan tek şey doğrunun bilinmesi ve bildirilmesidir. Doğruyu kim biliyorsa o konuşacaktır. Kadın veya erkek olmuş, gerçeği görmemişlerse, bilmiyorlarsa, kaç kişi olurlarsa olsunlar, neyin şahitliğini yapacaklardır. Olayı görmüş olan, olay hakkında bilgisi olan kimseler, kadın veya erkek, bildiklerini saklamayacaklar, şahitlik etmekten kaçınmayacaklar, Allah sevgisi ve korkusu ile doğruyu söylemekte gönüllü davranacaklardır.
Kur'an'da insanların kendi adlarına şahitlik etmeleri usulü de vardır. Bu usul, karılarını zina ile suçlayan erkekler hakkındadır (Nur, 6-10).
Eğer koca karısını zina ile suçlar ve şahit olarak kendinden başkasının bulunmadığını iddia ederse, ona kendisi için dört defa, dört kişi yerine geçmek üzere şahitlik etmesi imkanı tanınmıştır. Fakat aynı hak, kendisini savunması için karısına da tanınmıştır. Ayetler şöyledir:
"Karılarına zina isnad edip de kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, kendilerinin doğru söylediklerine Allah'ı dört defa şahit tutmaları ile olur. Beşincisinde, eğer yalancılardan iseler, Allah'ın lanetinin kendi üzerlerine olmasını dilemeleri gerekir.

Kadının, kocasının yalancılardan olduğuna, Allah'ı dört defa şahit tutması kadını cezadan kurtarır. Beşincisinde, kocası doğrulardan ise, kendisinin Allah'ın gazabına uğramasını diler" (Nur, 6-7).
Bu ayetlerde kadının şahitliği ile erkeğinkinin arasında farklı bir durum söz konusu değildir. Erkek de, kadın da dört şahit yerine, dörder defa kendileri şahitlik yapmaktadırlar. Kadından, daha fazla sayıda yemin istenmemiştir. Boşanma ile ilgili ayette de geçtiği gibi (Talak, 2), şahitlikte esas şahitlerin adil olması, yani doğruluğu sabit kimseler olmaları ve şahitliği Allah için yapmalarıdır.
İslam hukukunda bir erkeğin şahitliğine iki kadının şahitliği denk tutulmuş, bu durum Kur'an ayetlerinden kaynaklanan, kesin bir durum olarak yerleşmiş bulunmaktadır. Bu hükme delil olarak gösterilmiş olan ayet, Kur'an'da vadeli borçlar hakkındaki öğütler arasında geçmektedir. Bu ayete göre birbirlerinden vadeli olarak borç alacaklar, bu borcu mutlaka yazdırmalıdırlar. Ayet şöyledir:
"Ey inananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman, onu yazın. Aranızdan bir katip onu doğru olarak yazsın. Katip onu, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan sakınsın da ondan bir şey eksiltmesin... erkeklerinizden iki şahit tutun, eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek ile, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir. Şahitler çağrıldıklarında çekinmesinler. Borç büyük ve küçük olsun, onu süresi ile beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında en doğru, şahitlik için en sağlam ve şüphelenmenizden en uzak olan yoldur..." (Bakara, 282).

Ayet öyle uzayıp gitmektedir ve görüldüğü üzere o, bir hesap-kayıt işlemi ile ilgilidir, günümüzdeki noter senetlerine benzemektedir. Ayet, burada da herhalde bir kadını tanık olarak konuşturuyor. Eğer birinci kadın işin içinden çıkamazsa ötekisi konuşacaktır. Yani herhalde konuşacak kadın tanık tektir. İnsanlar arasındaki borç-alacak ilişkileri genellikle her şeyden önemli olabilmektedir. İnsanlar bunlar için canlarını bile ortaya koyabilmektedirler. Şahitliğin genelde, tarafların kendi içlerinden olan erkeklere verilmesi öğütlenmistir. Kendi içlerinden kimsenin bulunmadığı durumlarda, razı olunacak bir erkeğe karşılık iki kadının kabul edebileceği bildirilmiştir.
Hesap tutmakla ilgili ayette geçen, "kadınlardan biri unutursa diğeri hatırlatır" ifadesinin, bir erkeğin yerine ancak iki kadının şahitliğinin denk sayılmasına gerekçe yapılmış olduğu tefsirlere de geçmiştir. Eğer unutma kadınlarla ilgili genel bir durum olsaydı, bu öncelikle din bilimlerinde çok önemli bir alan olan hadis rivayetinde, yani Peygamberin sözlerinin tesbit edilmesi olayında dikkate alınırdı. Bu alanda kadınların şahitliğjnden hiç şüphe edilmemiştir. Nitekim hadis rivayet eden sahabi hanımlar ve Hz. Peygamber'in hanımları vardır. Bunların en meşhuru Hz. Aişe'dir. Kadınlardan hadis dinleyip yazanlar, genel şartların dışında, kadınların sayısından hiç söz etmemişlerdir.
23. Örtünme :
Kur'an'da bildirildiğine göre, Cennet'te örtünme bir ihtiyaç değildi. Ta ki, Şeytan onlara yasak ağacın meyvesinden yedirinceye kadar. Ayet şöyledir:
"Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yedi, çıplaklıkları görünüverdi. Cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular" (Ta Ha, 115-122).

Böylece ilk insanların örtünmeye, bir sebeple kendiliğinden gerek duyduklarını görüyoruz. Kur'an'da giyim kuşamın üç türlü olacağı bildirilmiştir; Örtünmek için, süslenmek için ve takva için. Allah sevgisi ve Allah korkusu ile hareket etmek demek olan "takva", en hayırlı giyim olarak gösterilmiştir. Bu anlamı veren ayet şöyledir:
"Ey insanlar! Size çıplaklığınızı örtecek elbiseler ile sizi süsleyecek elbiseler-gönderdik. Takva elbisesi ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah'ın bu ayetleri öğüt almanız içindir" (A'raf, 26).
Bir başka ayette, terbiyenin yanısıra, güzel elbiseler giymek, Mescide güzel elbiselerle gitmek, fakat aşırıya kaçmamak tavsiye edilmiştir. Ayet şöyledir:
"Ey Ademogulları! Her Mescide gidişinizde, güzel elbiselerinizi giyinerek gidin Yiyip, için, fakat israf etmeyin Allah-müsrifleri sevmez" (A'raf, 31).
Örtünme ile ilgili bir başka öğüt, dışarı çıkıldığında, bir dış kıyafet ile çıkılmasıdır. Dış kıyafetin, tanınmayı sağlaması ve rahatsız edilmeyi önlemesi amaçlanmıştır. Özel bir durum da tuvaletlerin evlerden uzakta, dışarda olduğu bir hayatta, özellikle gece çıkışlarıdır. İnsanlar, Peygamber'in eşleri hakkında bile konuşa-bilmişlerdir. Ayet şöyledir:
"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dışarı çıkarken, üstlerine örtü almalarını söyle. Bu, onların, tanınmalarını ve rahatsız edilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder" (Ahzab, 59).
Örtünme üzerinde israr edilişin ilk devirdeki çok önemli bir sebebinin de sosyal sınıfın belirlenmesi olduğu bilinmektedir. Başörtüsü hür kadınlar için ayrıcalıktı.

Giyim kuşam konusunda insanları en çok meşgul eden ayet şöyledir:
"Mümin kadınlara söyle!.. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar... Başörtülerini/örtülerini yakalarının üzerine salsınlar..''(Nur, 30-31).
İslam hukukçularını farklı anlayışlara sevkeden noktalar, "süs" anlamındaki "zinet" ve ''örtü'' ve "başörtüsü" anlamındaki "hımar" kelimeleridir. Çünkü bunlar yeterince açıklanmamıştır. Başörtüsü Arap kıyafet geleneğinde, iklim gereği, kadınlarda da, erkeklerde de vardır. Bugün de Arap_geleneksel, kıyafetinde erkeğin başı örtülüdür.
Anlaşıldığına göre kadınlar ve erkekler, özellikle Peygamberin huzurundaki ortak toplantılarda, davranışlarındaki dikkatsizlik ile veya kıyafetlerinin uygunsuzluğu ile dikkati çekiyorlardı. Kadınların örtünmesi ile ilgili ayetten önce, erkek ve kadın davranışları ile ilgili genel öğütler verilmiş olması bunu göstermektedir. Ayetler şöyledir:
''Mümin erkeklere söyle! Gözlerini dikmesinler, iffetlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mümin kadınlara da söyle! Gözlerini dikmesinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasmlar. Başörtülerini yaka açıklığının üzerine salsınlar. Süslerini, kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları...ndan başkasına
(9) Ayetin "yagdudne min ebsarihinne" ifadesini böylece tercüme etmek doğru olur. Alimler, bu ifadeye ''gözlerini bakmaları helal olmayan erkeklerden çevirsinler" şeklinde, genellikle geniş bir mana yüklemişlerdir. Bu şekilde anlam vermek, ayeti kendisinde olmayan kelimelerle açıklamak olur ki bu, her zaman doğru olmayabilir.

göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için, ayaklarını ye¬re vurmasınlar..." (Nur, 31).
Görüldüğü gibi ayetler erkek ve kadın için ayrı ayrı uyarılarda bulunmakta, taraflara, cinselliklerini öne çıkarmayacak davranışları tavsiye etmektedir.
Kadınlar için özel ilave, eviçi kıyafeti ile ilgilidir. Ahzab suresinde ayette dış kıyafet ile ilgili öğüt verilmişti, buradaki ayette iç kıyafet ile ilgili öğüt verilmektedir. Büyük aile yaşantısında, evde daima bir arada bulunabilecek akrabalar sayılmış, onların dışındakiler için dış kıyafet öğütlenmiştir.
Bazı tefsirlerdeki bilgilerden, bu ayet indiğinde, kadınların dekoltelerini herhangi bir şekilde mesela eteklerinden parçalar kesip boyunlarına dolayarak örttüklerini öğreniyoruz. Bazı fıkıhçıların saç hakkında Kur'an'da bir hüküm bulunmadığını ifade ettikleri de kaydedilmiştir.
Daha sonra, tıpkı boşanma ve miras konularında olduğu gibi, bu ayetteki geniş kapsamlı öğüt de daraltılmıştır. Başörtüsünün, saçların bir telini dahi göstermiyecek şekilde örtülmesinin
ve elbisesinin vücudun hatlarını en kaba şekilde gizlemesinin d¬şında bir yol gösterilmemiştir. Ayrıca kadınların, kendi evlerinde yaşayan yakın akrabalarına karşı bile başörtüsüz görünmemeleri kurallaştırılmıştır. Nur suresi 31. ayetten başörtüsünü anlamak normaldir; çünkü hımar kelimesinin bir anlamı da odur. Ancak
bunun ebadına, rengine, şekline, desenine müdahale etmek Kur'an'ın beyanını zorlamak ve örfü din yapmak olur. İsteyen hımar kelimesini herhangi bir örtü manasıyla alıp örtünür, isteyen başörtüsü manasıyla alıp başını da örter. Dikkat edilecek nokta, ayetin ifadesinden göğsün örtülmesinin gerekli oldugunun çıktığıdır.

İç ve dış kıyafet şüphesiz aile hayatının gelenekleri ile ve yaşanılan çevrenin zihniyeti ile yakından ilgilidir. Ayetteki ''kendiliğinden görünen kısmı müstesna" tabiri tefsircileri farklı yorumlarda bulunmaya sevkedebilmiştir. Tabirden birden fazla anlam çıkarılabildiğine göre, burada birden fazla doğru bulunabilir demektir. Bu giyim İslami bir öğüttür. Dileyen öğüt alır; kimse kimseyi zorlayamaz.
Türkler, erkek-kadın benzer kıyafetlerin giyildiği bir hayat tarzından geldikleri için, kırsal kesimdeki yaşantıda değişen fazla bir şey olmamıştır. Onlar ancak şehire veya kasabaya inecekleri zaman, oraların kadın kıyafetine uymaya çalışmışlardır.
Osmanlı Devletinin son zamanlarındaki gerileme ve zayıflamalar cümlesinden olarak, kadın kıyafetleri giderek daha fazla disiplin altına alınabilmiştir. Her türlü olumsuzluk, ahlaktaki çöküntüye bağlandıkça, çareyi topyekün terbiye ve tahsilde görerek tedbir almak yerine, kadınların hareketlerini kısıtlamak yoluna gidilmesi, tedbirleri alanların erkekler olmasından ileri gelse gerektir. Onlar, kendilerini de kısıtlayacak genel önlemlere, bilerek veya bilmeyerek hiç yanaşmamışlardır.
Bununla birlikte yukarıda kıyafetle ilgili zikredilen önerilerle toplumun korunmasının amaçlandığı asla göz ardı edilmemelidir. Diğer taraftan toplumların sürekli bir değişim içinde bulundukları da unutulmamalıdır. Bu bakımdan, değişimin toplumsal yapıları etkilediği gibi insanları ve hatta giyim ve kuşam tarzlarını da etkilemesi kaçınılmazdır. Aslında moda kelimesinin yenilik, değişiklik anlamına gelmesi asla bir rastlantı değildir. Zamanla her şey gibi kıyafetler de değişebilir; ama hiçbir zaman değişmemesi gereken insanın iffetidir. İşte bu yüzdendir ki Yüce Allah, "takva, yani kötülüklerden arınma elbisesinin en hayırlı elbise olduğunu" vurgulamıştır. (A'raf, 26). İçimiz temiz olmadıktan sonra salt dış örtünmenin bir anlam taşımayacağı açıktır.

24. Sonuç :
Müslüman ülkelerde henüz Kur'an Müslümanlığına yeterince erişilememiştir. Tamamlanması gereken eksiklikler, düzeltilmesi gereken yanlışlar vardır. Yanlışların pek çoğu kadınlarla ilgilidir. Ahlak kitapları, Kur'anı Kerim'in kadınlara tanıdığı hakları vermeyi engellemek için uydurulmuş hadislerle doludur. Kadınların eğitim, öğretimden alıkonulması bunların başında gelmektedir. Kız çocuğun olmamasının olmasından hayırlı olduğu, eğer bir kere olmuşsa onu şefkatli bir sütnineye vermeyi, Kur'an, namaz ve oruç gibi ibadetleri öğretmeyi, fakat yazı öğretmemeyi, büyür büyümez hemen bir ere vermeyi öğütlemişlerdir. Çünkü uydurdukları bir "hadis" e göre kız evladın ya er koynunda, ya yer koynunda gömülmesinin hayırlı işlerden olduğu söylenmiştir. Bu söz, halen ellerde bulunan ve okunan kitaplarda yazılır. Kur'an dışı din savunucuları bu yanlışları farketmemişlerdir. Çünkü, Kur'an insanlarımıza anlamı ile değil, harfleri ile ezberletilerek okutturulmuştur. Kur'an, halkımız tarafından bir şiir kitabı gibi okunmuş, musiki eseri gibi dinlenmiştir. Kur'an'ın muhtevası ise, başka kitaplar yolu ile insanların ona getirdiği yorumlar çerçevesinde öğrenilebilmiştir. Ulema (alimler), erkeklerin çoğunluğunun bile okuma yazma öğrenmeden yaşadığı bir toplumda, kadınları hiç düşünmemişlerdir. Kadınlar daima korunacak, saklanacak eşyalar gibi gösterilmişlerdir.
Erkek-kadın, topyekün bir terbiye ile, birbirimize güvenir hale gelmemize ihtiyacımız vardır. Bu terbiyede yine de en büyük sorumluluğa kadınlar sahiptir. Çünkü kadınları da, erkekleri de yine kadınlar terbiye etmektedirler. Anneler, namus konusunda kızlarını başka, erkeklerini başka değerlerle terbiye ederlerse, bu iş düzelmez. İslam dinine göre cinselliğin korunması, hem erkek, hem kadın içindir. Kadın saklanacak da, erkek serbest bırakılıp tecrübe kazanacak diye bir ayrıcalık yoktur. Erkek tecrübeyi kiminle kazanacaktır, yine bir kadınla değil mi? Öyle ise bir takım

kadınlar erkeklerin tecrübesi için feda mı edilecektir? Hayır! Her iki cins de Kur'an terbiyesi ile eşit olarak eğitilecek, kimse kimsenin zararına bir davranışta bulunmayacaktır.
Kur'an'ın vahyolunduğu çağda, genel olarak dünyanın her yerinde kadınların, önce babalarının, daha sonra kocalarının, her ikisinin olmadığı durumlarda akrabadan bir erkeğin vesayetinde yaşamaları doğal kabul ediliyordu. Oysa Kur'an'da böyle bir kısıtlama yoktur. Güvenlik genel olarak temin edilmiş olacaktır.
Erkeklerin hakim, hatta tek geçerli unsur olduğu toplum düzeninde. İslamiyetin kadınlar için getirdiği haklar, tamamı erkek olan hukukçularca gözardı edilebilmiştir. Normal olarak, toplumun yarısından fazlasını teşkil eden kadınlara verilecek hakların, erkeklerin menfaatini tehdit edeceği düşünülmüştür. Bu bakımdan Kur'an'da kadın hakları ile ilgili ayetleri ve bunların islam hukukuna tesirini incelerken, hukukçuların erkek oluşunu ve hakları kısıtlanan insanlar olarak ruh hallerini, hep gözönüne almak gerekir.
İslam dininin, kadınlara tanıdığı haklar ve imkanlar, onlardan yine İslam adına uzak tutulmuştur. Kadınlar perde arkasındaki kişiler olarak sunulmuştur ve ne yazık ki kadınlar bu sunuluşu kabullenmişlerdir. Kadın olabildiğince örtüye büründürülmüş, siyah çarşaflar içine konulmuş; kadın sesini bile çıkaramamıştır. Öğrenmek, kadın erkek her mümine farz edilmişken, kadınların
öğretimi Kur'an'ı yüzünden okuma ile sınırlandırılmış ve kadınlar bunu da kabullenmişlerdir. Üstelik bütün bunlar İslam adına yapılmıştır.
Kadınların insanlık değerleri, sadece "çocuğun annesi" derecesinde kabul görmüştür. Ya hiç evlenmeyen ve hiç anne olamayan kadınların insanlık değerleri nerede kalmıştır? Çocuk

ve korumayı amaç edinen Kur'an, bu ilişkilerde insanlara daima karşılıklı hak ve çıkarların gözetilmesini öğütlenmiştir. Bu hakların ihlalini önlemek için de çok kesin ve sert tedbirler almıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a. Adam Öldürme :
İnsan Allah'ın yarattığı en büyük değerdir. Bütün evren onun için kurulmuştur. Yüce Yaratıcı en büyük san'at eseri ve dostu saydığı bu değerli varlığı herşeyin önünde ve üstünde tutmuş ve ondan çok şey istemiştir. Kendisinden istenen ve bekleneni yerine getirebilmesi için insana akıl gibi ilahi bir sırrı lütfetmiştir.
İşte böylesine sırları sinesinde barındıran bu mucize varlığın yaşamına son vermek, yalnız bir insanı yok etmek değil, aynı zamanda ondan beklenen bütün güzelliğe, aktiviteye, hatta tüm hayata ve bütün insanlığa kötülüktür. Çünkü, bir tek insan bütün alemleri özünde barındırmaktadır. O bakımdan Kur'an şu değerlendirmeyi yapıyor: "Bir insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş, bir insanın hayat bulmasına sebep olan, bütün insanlığa hayat sunmuş gibidir" (Maide, 32). İşte böylesine anlam taşıyan bir hayatı korumak, hayatın sırrını en iyi bilen yüce Yaratıcının en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunu korumanın yolu da Kur'an terminolojisinde "kısas"tır. Kısas, kanı aynıyla ödemektir. Kur'an getirdiği bu kısas ilkesiyle kan akıtmayı değil, onu önlemeyi ve yaşamı koruma altına almayı amaçlamıştır. Nitekim bu konuda Kur'an şöyle demektedir: "Ey akıl ve gönül sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır, kısas sayesinde sakınıp korunabilirsiniz" (Bakara, 179). Bu ayetin ifadesine göre kısas, hayata kastetmek için değil, onu korumak içindir. Ancak bu gerçeği kavramak için akıl ve gönül kıstasını devreye sokmak lazımdır. Aksi halde af edicilik, merhamet ve insancıllık adına hayata kasteden zalime arka çıkılmış olur ki; bu da hakkı ihlal edileni değil, hakkı ihlal edeni korumak anlamına gelir. Çünkü, af etme

yetkisi daima hak sahibine aittir. Nasıl ki, toplumun hakkını af etmek yetkisi ferdin olamaz, aynı şekilde ferdin hakkını da toplum af edemez. Ne toplum ferde, ne de fert topluma mahkum edilmemelidir.
Kısasın terki hayatını kaybetmiş insanın uğramış olduğu zulme göz yummak yanında, onun yakınları tarafından katil kişinin yakınlarına da saldırılara yol açar ki; bu da kan davası ve intikamcılık gibi duygularla zincirleme ölüm olaylarına yol açar ve böylece günahsız nice insan bir zalimin yapmış olduğu zulüm ateşinde yanar, nice haneler viraneye döner. Yanan düşmanlık ateşini büyümeden hemen söndürmek, bu ateşte başkalarının da yanmasını önlemek; Kur'an'ın, "kısasta sizin için hayat vardır" ilkesi herhalde bu demektir. Hayatı kutsal kılan ve bir kişinin katlini tüm insanlığın katli telakki eden Kur'an'ın, bu işi asgari zararla kapatmak istediği gayet açıktır.
Neden mali bir ceza veya hapis cezası değil de kısas öngörülmektedir? Herhalde cezalar içinde en caydırıcı olanı bedensel cezalardır. .Kur'an'ın gayesi insanlara ceza vermek olmayıp, onların suç işlemelerine mani olmak olduğuna göre bu ilkenin tutarlılığı açıktır. Kısas cezasının daha çok insanın ölümünü önleyici bir tedbir olduğunu anlamak için, bu ilkenin uygulandığı bir ortamda mı daha çok insan öldürülür, yoksa başka ceza yöntemlerinin uygulandığı ortamda mı sorusuna cevap teşkil edecek ciddi bir araştırmanın yapılması gerekir. Şunu da belirtmek lazımdır ki hak sahibi, ihlal edilen hakkını bağışlayabilir, af edebilir. Kur'an bunu bile teşvik ediyor ve bunu yaparken de bütün olup bitenlere rağmen her iki tarafı birbirinin kardeşi olarak değerlendiriyor (Bakara, 178), fakat af yetkisini hak sahibine (eğer ölmüşse varislerine) veriyor.
Ancak unutulmamalıdır ki, kısası ve bütün cezai müeyyideleri uygulamak kamu gücünün, yani devletin görevidir.

Kıstası istemek hak sahibinin, uygulamak ise onun adına devletin hak ve görevidir. Aksi halde iş "ihkak-ı hak" yani, "kan davası"na dö¬ner.
Kasten adam öldürme ile ilgili olarak Kur'an şu beyanda bulunuyor: "Kim bir mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde sürekli kalacağı cehennemdir. Allah bunu yapana gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için korkunç bir azap hazırlamıştır" (Nisa, 93).
Yanlışlıkla adam öldürmenin cezası ise Kur'an'a göre "diyet" ve "keffaret"tir. Konuyla ilgili ayet şöyledir: "Yanlışlıkla olması dışında, bir mü'minin bir mü'mini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir; meğerki, ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. Eğer öldürü¬len, mü'min olduğu halde size düşman olan bir toplumdan ise, mü'min bir köle azad etmek lazımdır. Şayet kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü'min köleyi azad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş-peşe oruç tutması lazımdır. Allah herşeyi bilendir, hikmet sahibidir" (Nisa, 92).
Kur'an herhangi bir din ve inanç ayrımı yapmadan "bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüştür" ilkesini koyduktan sonra, neden bu ayetlerde özellikle bir mü'minin öldürülmesinden bahsetmektedir? Öyle görünüyor ki burada özel bir durum sözkonusudur. O da genel müslümanlık çerçevesi etrafında gelişen çeşitli mezhep, tarikat vs. gibi dini alt kimliklerin inanç adına diğer dini gruplara saldırmalarıdır. Yani bu ayet, üst dini kimlikleri müslümanlık olan ancak dini alt kimliklerde farklılık gösteren grupların birbirleriyle muhtemel çatışmalarını önlemeyi amaçlamıştır.

b. Şahsa Karşı Müessir Fiiller (Yaralama) :
Kur'an bir insanın sadece öldürülmesine değil, onun herhangi bir organına zarar verilmesine de cezai yaptırım öngörmüştür. Konuyla ilgili olarak Kur'an'ın getirdiği prensip şudur: "Size sald¬rı ve tecavüzde bulunana, yaptığı tecavüz ve verdiği zararın ayniyle karşılık verin" (Bakara, 194). Bir başka ayette şöyle denilmektedir: "Kötülüğün cezası, yapılan kötülük kadardır. Fakat, af eden, barışanın mükafatını Allah verir" (Şura, 40). Bu ayetlerde işin özü ve meselesinin prensibi zikredilmiştir. Ancak şu ayet olayı bütün detayıyla izah etmektedir: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve tüm yaralamalarda ayniyle kısas. Kim bu hakkını bir bağış olarak karşı tarafa bırakırsa bu yaptığı onun için bir keffarettir" (Maide, 45). Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere kısasın uygulanması, hakkı ihlal edilenin şikayetine bağlıdır. Şikayet ve istek olmadan kısas uygulanmaz. Mağdur taraf dilerse af edebilir veya tazminat talep edebilir. İslam dininin getirdiği bu cezalandırma yöntemi bir kısım insanlar tarafından tenkit edilmiştir. "Göze göz, dişe diş" almak olarak kısaca ifade edilen bu kuralın, ilk önce, mutlak bir hüküm olmadığı aşikardır. Saldırıya muhatap olan taraf af ettiği takdirde, ayetten açık olarak anlaşıldığı üzere, saldırgan misli ile cezalandırılmamıştır. Tazminat ile af etmek de böyledir.
Diğer yandan bu konuyu Hz. Peygamber döneminden soyut olarak ele almak da doğru değildir. Nitekim o dönemde Arabistan'da ve özellikle Medine'de Musevilik yaygın din olarak bulunuyordu. Maide 45'te açık olarak belirtildiği üzere şahsa karşı müessir fiillerde misli ile cezalandırma hükmü Tevrat'ta yazılı olan bir hüküm idi. Putperest Arap kabilelerinde de benzer cezalandırmalar yapılıyordu. Ancak, Araplarda görülen bu cezalandırmayı, devlet olmadığı için, saldırıya muhatap olan mağdurun aşireti veya kabilesi "ihkak-ı hak" şeklinde infaz ediyordu.

Misli ile cezalandırma hükmü Tevrat'a atıf yapılarak Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş olmakla birlikte, bu yöntemle toplum barışının sağlanmasının amaçlandığı aşikardır. Nitekim Bakara suresinde bulunan ve adam öldürmenin cezasını düzenleyen bir ayet bu hususu çok açık bir şekilde ifade buyurmuştur. Ayet şöyledir:
"Ey inananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. ...Öldüren ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine artık, örfe uymak ve bağışlayana iyilikle bir ödemede bulunmak düşer. Bu, Rabbinizin bir hafifletmesi ve rahmetidir. Ama bundan sonra tecavüzde bulunan olursa; ona, elim bir azab vardır" (Bakara, 178).
Ayetin son bölümü, adam öldürme olayında taraflar arasında barış sağlandıktan sonra, af eden tarafın tekrar katili cezalandırmaya kalkışmasını yasaklayarak; eğer böyle bir çılgınlık yaparsa ona "acı bir azap" yapılacağını bildirmektedir.
Adam öldürmede durum böyle olunca yaralamalardaki durum kendiliğinden anlaşılır. Cezalandırmalarda, Kur'an-ı Kerim hem mağdurun hakkını korumayı, hem de toplum barışını sağlamayı amaç edinmiştir. Önemli olan bu amacın gerçekleştirilebilmesidir. Yöntem hususunda esnekliğin olduğu ayetten anlaşılmaktadır.
Kur'an, kısas olayında prensipleri vazetmiştir, ayrıntıları ise insanlara bırakmıştır.
c. Terör Suçlan :
Terör bugünkü şekliyle yeni bir kavram olmakla beraber, eşkıyalık, adam öldürme, gasp, yol kesme gibi asayiş ve toplum düzenini ihlal eden mal ve can emniyetini tehdit eden eylemler insanlık tarihinde çok eskiden beri bilinmektedir.

Kur'an bu eyleme "fesat", "fitne" yani bozgunculuk adını vererek bu fiili yeryüzünün düzenini bozucu bir hareket olarak lanetlenmiş ve eylemi gerçekleştirenlere en ağır cezayı öngörmüştür. Kasten adam öldürmenin cezasının ölüm olduğunu bildiren Kur'an, talan, gasp, mal ve can emniyetini ihlal ve birden çok insanın ölümünü amaçlayan, asayişi tehdid eden ve toplumu canından bıktıran terörü elbetteki lanetleyecek ve eşkiyaya en ağır cezayı reva görecektir. Çünkü Kur'an'ın amacı yeryüzünde sosyal ve ahlaki düzeni kurmak mal ve can emniyetini sağlamaktır. Yeryüzünü bozguna veren fesatçılara Kur'an şu cezayı öngörmektedir: "Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası şudur: Öldürülürler, yahut asılırlar, yahut elleriyle ayakları çaprazlamasına kesilir, yahut bulundukları yerden sürülürler. Bu onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette de onlar için büyük bir azap vardır. Ancak sizin onları ele geçirmenizden önce tövbe edenler olursa bilin ki, Allah bağışlayıcı, esirgeyicidir" (Maide, 33-34).
Konuyla ilgili, ayet bozguncuların din mensubiyetinden söz etmediğine göre suçluların herhangi bir dine mensup olmaları, sonucu değiştirmez. Çünkü, ayetin metni geneldir, Müslüman gayri müslim herkesi içine almaktadır.
Konuyla ilgili 34. ayetin dikkat çektiği önemli bir olay var ki, oda şudur: Yakalanıp ele geçirilmeden önce tövbe edip pişman olan bozguncuların işlemiş oldukları suçlar normal şartlarda işlenmiş suçlar gibi cezalandırılır. Tövbe ile Allah hakkı düşer, kulların hakkı düşmez. Katil, yakalanmadan önce tövbe etmişse kan sahibi isterse kısas yaptırır, isterse katili af eder.
Görülüyor ki bozgunculuğa karşı çok sert cezalar öngörülmekle beraber tövbe edenler için bağışlayıcılık ön plana alınmış¬tır.

d. Müslüman Toplumlararası Savaş :
İslam barış anlamındaki "selam" ve "silim" kökünden türemiş ferdi ve toplumsal barışı sağlamayı amaçlayan ve bunu sistem haline getiren ilahi bir disiplindir. Fertler arasında barışı ve dayanışmayı öngören Kur'an "ey ademoğullan" (A'raf, 26-27, 31 vb.) ifadesiyle insanlık ailesinin anababa bir kardeş olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuştur.
Fikir ve eylem planında tarih boyunca bir kardeşliğe inananları övmüş, alkışlamış, insanlık ailesinde ayırımcılık yapanları da kınamıştır. Ne yazık ki, insanlık her zaman bu kardeşliğin gereğini yapamamış, zaman zaman gerek bireysel kavgalar ve gerekse toplumsal savaşlar sebebiyle tarihin beyaz sayfalarını kan lekeleriyle kirletmiştir.
Barış isteyen ve barışın adı olan "İslam", (Bakara, 208) istemese de bir savaş realitesini görmezlikten gelmemiş, dolayı¬ıyla onu barışa çevirmenin takipçisi olmuştur. Özellikle müslüman toplumlara arabuluculuk ve barıştırma gibi önemli bir görev vermiştir. Toplumsal arabuluculuk ve barıştırma ile ilgili olarak Kur'an'ın şu ayeti konuyu net bir biçimde ortaya koyuyor: "Eğer inananlardan iki topluluk birbirleriyle vuruşur, çarpışırsa onların arasını düzeltin, şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldırgan tarafla vuruşun. Allah'ın buyruğuna dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve daima adil olun. Çünkü Allah, adil olanları sever. Muhakkakki mü'minler kardeştir. O halde kardeşlerinizin arasında barışı sağlayın ve Allah'tan korkun ki, size merhamet edilsin" (Hucurat, 9-10).
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre iki müslüman grup veya toplum anlaşmazlığa düşer, aralarında kavga çıkarsa, diğer müslümanlar olaya seyirci kalmayıp hemen onları uzlaştırıp, barıştırmaya çalışmalıdırlar. Şayet taraflardan biri hakkı kabule, barış

ve uzlaşmaya yanaşmayıp öteki tarafa saldırmaya devam ederse, bütün müsiümanlar kuvvet kullanarak saldırgan tarafa haddini bildirecek, barışı sağlayacaklardır. Ayette geçen iki grup ifadesinden iki aile, iki aşiret, iki kabile, iki kent anlaşılabileceği gibi iki devlet de anlaşılabilir. Bu ifade en küçüğünden, en büyüğüne kadar kavga ve savaşta taraf olan farklı nitelik ve nicelikteki insan topluluklarını kapsamaktadır. Örneğin: bir devlet içinde meydana gelen olayları devlet önlemeli, bu konuda halk da devleti desteklemelidir. Eğer olay iki devlet arasında ise, diğer devletler öncelikle de müslüman devletler, bu iki devletin arasını bulmaya çalışmalıdırlar. Şayet, taraflardan biri uzlaşmayı kabul etmez, barışa yanaşmaz ve karşı tarafa saldırıya devam ederse, o zaman bütün devletler, karşı tarafın saldırısını önleyip barışı temin edinceye kadar savaş dahil ne gerekiyorsa onu yapacaklardır.
Kur'an'ın XIV asır önce getirdiği barıştırma metodu günümüz modern devletlerine dahi ışık tutmaktadır. Arabuluculuk ve barıştırma esnasında göz önünde bulundurulması gereken çok önemli bir nokta var ki, ayet bu noktaya özellikle dikkat çekmektedir: "Ölçülü ve adil davranmak!'1. Barışı sağlamak, birilerine yardım ve destek adına başkalarına zulüm, Kur'an'ın bu ayetinden onay alamaz. Çünkü, Kur'an'ın maksadı birilerine destek ve yardımda bulunmak değil, herkese adaletle davranmayı temin etmektir.
Kur'an barışı sadece müslümanlar arasında değil, tüm in¬sanlar için istemektedir. Bu konudaki Kur'an ayetlerine bakalım: "Eğer müşriklerden biri senden yardım dileyip yakınına gelmek, sana komşu olmak isterse onu yakınına al ki Allah'ın sözünü duysun. Sonra da onu güvenle rahat edeceği yere ulaştır. Böyle yap! Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur" (Tövbe, 6). Bu ayet, insanlararası ilişkilere özellikle de komşuluk ilişkilerine Kur'an'ın nasıl baktığının çarpıcı bir ifadesidir. Hoşgörünün de ötesinde bir anlayış inkilabıdır bu.
Allah, İslam Peygamberine, müşrik bir in¬sana iyi davranma ve onu koruma fermanı göndermiştir! İlgili ayetin bulunduğu Tövbe suresinin, Kur'an'ın en son inen suresi olduğu dikkate alındığında Kur'an'ın son sözünün insan ilişkileri hakkında ne dediği daha iyi anlaşılır. Kur'an belli bir grubun kitabı değildir. O mutlak manada insanın kitabıdır. Onu gökler öte¬sinden yeryüzüne indiren de tüm insanların Rabbıdır. Müşrik de olsa, bir insanı Rabbı değil de kim düşünebilir? Kur'an'ın din farkı gözetmeksizin toplumsal barış mesajı veren bir başka ayeti de şöyle diyor: "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah'a dayan çünkü o işitendir, bilendir" (Enfal, 61).
e. Hırsızlık :
Hırsızlık Kur'an'ın büyük günahlardan saydığı ve el kesme cezasıyla önlemeye çalıştığı bir sapmadır. Kur'an, insanı ve ona ait değerleri korumayı amaç ve ilke edinmiştir. Mal da insanın sahip olduğu değerlerden biridir. Kur'an bu iğrenç suça el kesme gibi oldukça ağır bir ceza getirmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına bir karşılık ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah çok aziz ve hikmet sahibidir. Şu varki, kim bu haksız davranışından sonra tövbe eder ve durumu düzeltirse şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir" (Maide, 38-39).
El kesmenin günümüzde pek medeni olmayan bir ceza yöntemi olduğu yönündeki kanaatler oldukça yüzeysel bir değerlendirmedir. İnsana, Yaratan'ından daha çok merhamet ve şefkat gösterme iddiası, hiç kimsenin başaramayacağı romantik bir hevesten ibarettir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Kur'an'ın getirdiği el kesme cezası gene Kur'an'ın kurmaya çalıştığı dünya içinde geçebilir. Onun getirdiği dünyada zekat, sadaka, infak gibi fonlar sayesinde açlıktan bahsedilemez. Kimisi fazla beslenme ve aşırı proteinden hastalanırken, kimileri de kötü beslenmekten

hastane kapılarında sürünmez. Bu konuda Kur'an şöyle demek¬tedir: "Onların mallarında yoksul ve muhtaçların hakkı vardır" (Zariyat, 19). Karınları doyurulmayan, asgari ihtiyaçları giderilmeyen insanların yaptıkları negatif davranışlardan bu insanlar değil, bu işe müsait ortamı hazırlayan ve onları aç bırakan toplum sorumludur.
Bu konuda tarihin kaydettiği şaheser bir örneği zikredelim: Halife Hz. Ömer, hırsızlık suçuyla yakalanan ve huzuruna getiri¬len iki aç adamı dinlemiş ve aç kaldıkları için çaldıklarını anlayınca, bunları çalıştıran kişiyi huzuruna çağırarak hırsızlıktan doğan zararı ona ödetmiş, bununla da yetinmeyerek işverenden bir miktar daha para almış, hırsızlık yapan bu iki adama vermiş ve onları serbest bırakmıştır. Yine Halife Hz. Ömer, kıtlık zamanında zaruret, açlık ve sıkıntı var diyerek hırsızlık yapan insanlara el kesme cezasını uygulamamıstır. Hz. Ömer'in bu anlamlı uygulaması Kur'an'daki hırsızlık ve el kesme olayına projektör tutmaktadır. Bu yaklaşım esas alındığında; günümüz dünyasında eli kesilecek hırsızların, büyük vurgunları gerçekleştiren, ama adı hırsız diye asla geçmeyen sömürücüler olduğu kanısına varılabilir.
Konuyla ilgili ayet hırsızlıktan tövbe edip vazgeçen insanın af edileceğinden bahsetmektedir. Hırsız, henüz eli kesilmeden yaptığına pişman olur ve tövbe ederse gözaltında bulundurulur, izlenir; şayet uslanıp vazgeçerse eli kesilmez. Demek ki, her hırsızlık yapanın hemen elini kesmek diye bir durum sözkonusu de¬ğildir. Kur'an, el kesme ile, tövbe-af gibi iki uç noktayı göstererek, kamu otoritesini, bu iki uç arasında gerekli görülen tedbirleri almakta serbest bırakmıştır. Hayat, af edilecek hırsızlıklar yanında el kesmeyi gerektirecek hırsızlıkları daima yanyana taşımaktadır. Her çalanın eli kesilmeyeceği gibi, her çalanın affı da gerekmez. Yani, önemli olan çalmaya mani olmaktır.



Bunun gerektirdiği ekonomik ve güvenlik tedbirlerini almaktır. Bütün bunlardan sonra aklın ve mantığın kabul edebileceği bir mazerete dayanmayan çalmaların caydırıcı cezadan yoksun bırakılması toplumu güvensizliğe iter. Bununla beraber çalanın büyük bir iştahla elini kesmek gibi bir yönteme yönelinmesi de Kur'an'ın amacı değildir.
Hırsızlık olayında zaman ve mekan faktörleri mutlaka dikkate alınmalıdır. Acaba hırsız, sadece birisinin cebinden üç-beş kuruş, arabasından ve vitrininden birşey alan, yahut da tezgahtan bir simit çalan kişiden mi ibarettir? Usulüne uydurarak, yani kanun boşluklarından yararlanarak baş döndürücü vurgunları gerçekleştiren insanlar hırsızlık kavramının neresindedirler? Toplumun en büyük problemi, küçük hırsızlar değil, onları aç bırakan büyük hırsızlardır.
Hırsız hakkında el kesme cezası öngören ayetler dikkatle incelendiğinde, toplum barışının dürüstlük ve açıklık esası muvacehesinde sürdürülmesinin emredildiği görülür. Ayet-i kerime, ellerin kesilmesini emrettikten sonra tövbe eden, yani yaptığından pişman olan ve yaptığı yanlışlığı düzelten hırsızlara bu cezanın uygulanmamasını istemektedir. Ellerinin kesileceğini bilen bir hırsızın tövbe etmemesi ve yaptığı yanlışı düzeltmemesi düşünülemez. Eğer hırsız, buna rağmen tövbe etmiyor ve verdiği zararı telafi etmiyorsa deli olduğu anlaşılır. Deli, cezalandırılmaz. Bu hükmün vazedilmesinden sonra, denilebilir ki bütün müslüman toplumlarda belki sadece bir kişinin elleri kesilmiş olabilir. O da, eğer olmuşsa, cezanın uygulanmayacağını düşünerek tövbe etmeyen ve yaptığı yanlışı düzeltmeyen, büyük vurgun yapmış olan kişi olabilir.
Kısaca ayet, hırsızlık yapılmamasını; yapılmış ise, yapanın tevbe edip yaptığı yanlışı düzeltmesini istemektedir. Böyle bir

düzenleme seviyesine hiçbir hukuk sistemi henüz ulaşabilmiş değildir. Bu daima dürüstlüğün toplumda hakim kılınmasını emreden bir düzenlemedir. Bu noktayı iyi kavramak gerekir.
f. Zina :
Kur'an-ı Kerim zinayı yasaklamadan önce kadın-erkek arasındaki nikahlı ilişkiyi, yani evliliği teşvik etmekte ve onu övmektedir. Hatta toplumdaki muhtaç, fakir, köle ve cariye gibi evlenmek için maddi imkandan yoksun insanları evlendirmeyi topluma bir görev olarak vermiştir (Nur, 32). Kur'an'ın ifadesiyle bir tek insanı, kadın-erkek olarak iki ayrı cinste yaratıp birini diğeriyle mutlu etmek, aralarında gönül ve sevgi bağı tesis etmek, onları çocuk ve torun sahibi yapmak Allah'ın insanlığa en büyük bağışlarındandır (Nahl, 72).
Kur'an evrende herşeyin zevciyet, yani çift olarak yaratılışından bahsetmektedir (Zariyat, 49: Yasin, 36). Canlılığın devamı ve varlığın öngörülen fonksiyonu icra edebilmesi bu zevciyetle sağlanmıştır. "Zevciyet prensibi" insan için daha da önem arzetmektedir. Kendinden bekleneni tam olarak verebilmesi için insanın, karşı cinsiyle beraber yaşaması ve onunla bütünleşmesi gerekir. Kur'an, bu konuda şöyle buyurur: "Kadın erkeğin, erkek de kadının örtüsüdür" (Bakara, 28). Bu hayatı birlikte yaşayacak ve insan soyunu devam ettireceklerdir. İşte bu bedensel ve duygusal birlikteliğin tabii yolu, aralarındaki özel mukavele, yani nikahtır. Kur'an-ı Kerim, kadın ve erkek arasında teşvik edilen ve kutsanan bu anlamlı ilişkinin doğa dışı bir hale getirilmesinin, kokuşmasının ve herhangi bir canlı parçasının basit bir ilişkisi şekline dönüştürülmesinin insan fıtratına yabancı olduğunu vurgulamıştır.
Zina, sağlıklı nesillerin yetişmesine ve mutluluk yuvalarının kurulmasına en büyük engeldir. Kur'an'a göre şirk ve adam öldürmekten

sonra en büyük günah zinadır (Furkan, 68). Kur'an bu fiili adi ve iğrenç bir suç olarak nitelemekte ve ona yaklaşılmamasını öğütlemektedir (İsra, 32).
Zina suçunu işleyenlere Kur'an, bu suçun cezası olarak yüz sopa vurulmasını emretmiştir. İnsanlara ibret olması ve zinaya eğilim duyanların bu emellerinden vazgeçmeleri için zina yapanların halk huzurunda dövülmesini emretmiştir. Konuyla ilgili ayet şöyledir: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dininde onlara acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya tanık olsun" (Nur, 2).
O halde Kur'an'ın, zina suçunu işleyenlere verdiği ceza yüz vuruştan ibarettir. Ancak halk arasında zina edenlerin "recm" denilen bir ceza ile cezalandırılması, yani taşlanarak öldürülmesi_şeklinde yanlış bilgi vardır. Bu doğru değildir. Kur'an'da_bu konuda herhangi bir ayet yoktur. Bu konuda Hz. Peygamber devrinde bir kaç uygulama yapıldığına dair rivayet varsa da, bu uygulama Kur'an'ın konuya ilişkin ayetinin inişinden öncedir. Ve Araplarda uygulanan eski yahudi geleneklerine göre icra edildiği bilinmektedir. Çünkü recm cezası Tevrat'ta düzenlenmektedir. Yüce Allah, Kur'an'da zinanın hükmünü çok geniş bir şekilde açıklamıştır. "Zinaya yaklaşmayın" (İsra, 32) buyurmuş, zina edenleri cehennemle uyarmış ve zina fiilinin ancak dört şahitle sabit olabileceğini ifade etmiştir. Olayın bu kadar detayla ele alındığı Kur'an'da recm gibi insan hayatının yok edilmesini sonuçlandıran bir hükmün ihmal edilmesi asla düşünülemez. O halde recm yoktur, olsaydı el kesmekten, yüz sopa vurmaktan ve diğer cezalardan sarih olarak bahseden Kur'an'da bu hüküm mutlaka yer alırdı. İnsan hayatına son vermek, el kesmekten daha mı önemsizdir ki Kur'an bundan bahsetmesin?

Şahitlik gerektiren bütün konularda iki tanıkla yetinen Kur'an'ın zina konusunda dört tanık istemesi çok dikkat çekicidir. Bu da, Kur'an'ın insan iffetine verdiği önemi ve insanların iffet ve namuslarının birileri tarafından gelişigüzel ağıza alınamayacağı-nın bir ifadesidir. Şayet böyle bir suç işlenmişse, bunun cezası ahirette Allah'ın takdirine kalmıştır. Birilerinin bu suçu dünyada ceza sebebi yapabilmesi, olayı dört görgü tanığıyla ispatlama şartına bağlıdır.
Zina yapanlara "yüz sopa" vurulması ilkel bir cezalandırma olarak algılanabilir. Ancak, bu cezayı Kur'an-ı Kerim'in indirildiği dönem göz önüne getirildiğinde anlamak zor olmaz. O dönemde nüfus çok az idi ve insanlar birbirlerini neredeyse yedi göbek atasının ismiyle tanıyabiliyordu. Öyle bir ortamda yüz deynek vurarak cezalandırılınca maksat hasıl olurdu. Dolayısıyla bu cezanın her zaman ve her yerde aynen uygulanması gereğini savunmak, Kur'an'n felsefesine ve Hz. Peygamberin uygulamasına ters düşer.
g. Zina İftirası :
Zina konusunda, Kur'an'ın temas ettiği çok önemli bir husus da şudur: başkalarına zina isnadında bulunanların olayı mutlaka dört tanıkla ispat etmeleri gerekir. Aksi halde böyle kimseler iftiracı kabul edilip kendilerine seksen değnek vurulur ve artık herhangi bir konuda tanıklıkları kabul edilmez.
Bu olay din terminolojisinde "kazif cezası" olarak bilinmektedir. Anlamı ise, kadınları zina yapmakla suçlamaktır. İnsanı ve ona ait tüm değerleri korumayı amaç edinen Kur'an, insanların iffet ve namuslarının da korunması gereken en önemli değerlerden olduğunu ifade etmektedir. Kur'an'a göre iffetli kadınları zinakarlıkla suçlayanlar, bu iddialarını dört görgü tanığı ile ispatlayamazlarsa bu iddiaları iftira sayılarak kendilerine seksen değnek vurulur.

Ve bu insanlar fasık, yani günahkar kişi damgasıyla damgalanarak ömür boyu tanıklıkları kabul edilmez. Konuyla ilgili ayetler şöyledir: "Namuslu kadınları zina yapmakla suçlayıp, sonra dört görgü tanığı getiremeyenlere seksen sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin; onlar tamamen günahkarlardır" (Nur, 4). "Namuslu, kötülüklerden habersiz mü'min kadınlara zina isnadında bulunanlar dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Yapmış olduklarına dilleri, elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği gün onlar için çok büyük bir azap vardır" (Nur, 23-24).
26. İslam ve Yönetim :
Kur'an, getirdiği dinle hayatın hemen tüm alanlarına ilişkin söz söylemiş, başka bir deyimle, hayatın tümünü kucaklamıştır. Ancak bunu, Kur'an insanın gayretine ve faaliyetine hiçbir şey bırakmamıştır şeklinde anlamak tamamen yanlıştır. Hayatın her alanına ilişkin söylenenler, bu alanlarda ufuk çizgileri belirtmek, temel noktalara köşe taşları koymaktan ibarettir. Aradaki yüzlerce, hatta binlerce alt-alan, aklın işletilmesi suretiyle insan tarafından doldurulacaktır. Kur'an bu alt alanlara müdahale etmemiş, insanı, aklını kullanmaya ve çalışmaya çağırarak bu alanların hayatın değişen şartlarına göre insan tarafından doldurulmasını esas almıştır.
İslam dünyasının yanlışlarından biri de bu alt alanları her toplum ve nesil kendi gayret ve faaliyetleriyle doldurma yerine, bu alanlara ilişkin önceki zamanların kabullerini tabulaştırmak olmuştur. Günümüzde bu "önceki kabuller", dinin vahye dayalı buyrukları gibi dayatılmakta ve sonuçta din, insan hayatıyla çekişir bir konuma gelmektedir. İslam dünyasının, Kur'an'ın söyledikleriyle alimlerin Kur'an'dan yola çıkarak söylediklerini eşitlemek tutku ve yanılgısından kurtulması gerekir. Aksi takdirde, İslam dini adı altında geçmişin örfleri ihya edilir ve bu, Müslüman toplumları yaşanan zamanın çok gerilerinde çırpınıp durmak zorunda bırakır.



Daha önce belirttiğimiz üzere, Kur’an’da hukuk konuları asgari ölçüdedir. Çünkü hukuk,biraz önce bahsettiğimiz alt alanlara ilişkin yeni düzenlemeleri gerekli kılan bir kurumdur. Kur’an, bu kurumun ‘’olması gereken ‘’ evrensel boyutlarını, ilkelerini vermiş, detaylarını insanın düzenlemesine bırakmıştır. Bunun içindir ki “İslam Hukuku” deyimi son derece dikkatle kullanılması gereken bir deyimdir.Böyle bir deyimin doğruluğundan söz etmek, hukukun olması gerekenlerini veren sistem anlamında kullanılması tutarlıdır. O halde, tarih içinde oluşmuş Müslüman hukuk müdevvenatını, yani kaynakları Kur’an vahiylerinin hukuksal buyrukları gibi benimsemek ve tanımak tamamen yanlıştır. Bu malzeme, İslam dininin hukukunu değil, belirli bir devirde yaşamış bazı İslam ülkelerinin hukukunu ifade eder. Ne yazık ki, günümüzde bazı çevreler bu hukuki malzemeyi ve fıkhı “ şeriat” adı altında vahiyleştirmek te ve Kur’an’ın adeta kendisi gibi ortaya sürmektedirler. Bunun sonucu , İslam’ın insanlık dünyası tarafından “yaşanmaz bir sistem” olarak ilan edilip dışlanması olacaktır. O bakımdan Kur’an vahiylerinin insan hayatına girmesini isteyen samimi ve inattan uzak müminlerin eski hukuk malzemesini ilahlaştırmak yerine Kur’an’a dönerek bugünkü hayatın ihtiyaçlarına oradan çözümler aramaları gerekir.
İslam’ın hayatın hemen her alanına ilişkin buyruklar taşıyan bir din olduğu hepimizce bilinmektedir. Ancak bu bazılarının sandığı gibi, İslam’ın ilgilendiği bu alanların tüm meselelerini düzenlediği ve her şeyi kurallaştırdığı anlamını taşımamaktadır. İslam her alana ilişkin söz söylemekte, ancak bu alanların hepsinde insanın fikir üretmesini ve yeni tespitlerde bulunmasınıda emretmektedir.
Aksi takdirde, İslam'ın zaman üstü ve evrensel olması düşünülemez. Zaman üstülük ve evrensellik bir anlamda değişik şartlara uyum sağlamak üzere insanın serbest bırakılmasıdır. İslam, eğer bunu yapmasaydı belli bir zaman ve coğrafyayla kayıtlı bölgesel bir din olurdu.
İslam'ın yönetimiyle ilgili ilkeleri nedir sorusuna cevap ararken bu temel noktayı gözden uzak tutmamak zorundayız. Aksi takdirde çok büyük hatalara düşer, kendimizi bunalımlara iteriz.
İslam'ın yönetim konusunda birtakım evrensel ilkeler, mutlaka korunması gereken ufuk çizgileri getirdiğini unutmamak kadar, bu büyük dinin yönetim konusunda insanın değişik zaman ve mekan şartlarına göre değişik yapılanmalara gidilmesini esas aldığını da gözden uzak tutmamak zorundayız.
27. Yönetimde İlkeler:
İslam'ın temel kaynağı olan Kur'an'ın yönetimde şu temel ilkeleri önerdiği görülmektedir:
-Şura :
Şura, Türkçe'de "meşveret" ve istişare" türevleri de kullanılan bir kelime olup, iş ve yönetimle ilgili tarafların karşılıklı fikirleri sergiledikten sonra ortak bir karar vermeleri şeklinde yürüyen bir sistemin, daha doğrusu bir anlayışın ifadesidir. Kur'an, iktidar ve egemenliğin hukuksal dayanağı olarak şurayı göstermektedir "Onların iş ve yönetimleri aralarında şura iledir" (Şura, 38).
Şuranın, Allah'ın vahyi ile yol alan ve desteklenen Hz. Peygamber'e, bile koruması gereken bir tavır olarak emredilmesi ilahi iradeye uygun bir yönetimin mutlaka şuraya dayanması gerektiğini gösterir. Peygamberimize şurayı emreden Ali İmran Suresi 159. ayet bu bakımdan çok ilginçtir. "Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba-saba, katı yürekli olsaydın senin çevrenden kesinlikle dağılır giderlerdi. O halde bağışla onları, af dile onlar için iş ve yönetim konusunda da onlarla şuraya git..." Şura emrinin bu temel ayeti Kur'an'ın kendine özgü ifade güzelliği içinde, şura sisteminin hangi kavramlarla birlikte bulunacağını da ifadeye koymuştur. Bunlar, rahmet yani merhamet ve şefkat, yumuşaklık, kabalıktan, katı yüreklilikten uzaklık, bağışlamak, af etmek ve azmetmektir. Bütün bu kavramlar, sonuçta insanın Allah'a dayanmış olmasını sağlar.
Hiç bir maddi ve manevi baskı altında kalmadan özgürce karşılıklı danışma, tartışma, fikir alışverişi yapma ve belli bir fikri onaylama anlamları taşımayan şura, çoğunlukla veya ittifakla bir karara varmadır. Başkan şuraya uyar; şura başkanın fikrine ve kararına uymak zorunda değildir. Bu anlamdaki şurayı, bir sistem olarak düşünüldüğünde, "cumhuriyet" idaresi şeklinde niteleyebiliriz.
Şurayı, Kur'an'ın verilerine ters düşmemek şartıyla "demokrasi" olarak da ifadeye koyabiliriz.
Şunu da unutmamak gerekir: Kur'an'da şuranın şekli ve yöntemi gösterilmemiştir. Bu demektir ki, şekil ve yöntem zamana ve şartlara göre belirlenecektir. Şura, birkaç kişiyle vücut bulan "doğrudan demokrasi'* şeklinde uygulanabileceği gibi, büyük kitleler aracılığı ile işleyen "temsili demokrasi" olarak da yürüyebilir. Kaçınılmaz olan şudur: yönetimin ve birlikte yaşamanın her seviyesinde şura esastır.
Şuranın gereğini ve değerini ifade için Kur'an, bunun karşıtı olan melikliği yani kişi, grup ve hanedan despotizmlerini yermiştir. Kuran'ın tavrı ve üslubu açısından bakıldığında, bunun anlamı, şura dışındaki sistemlerin insanı ıstırap ve mutsuzluğa sevk edecekleri merkezindedir. Kur'an, kendine özgü ifade güzelliği içinde bu sistemlerin fesat, yani bozgun ve kargaşa sistemleri olduğunu, dengesizlikler yaratacak kitlelerin hak ve sorumluluklarını alt üst ettiklerini söylemektedir. Kur'an bu anlayışını, idrak ve kapasitesini övdüğü Saba Melikesi'ne söyletmektedir. "Melike dedi: Şu bir gerçek ki, krallar bir kente/bir ülkeye girdiler mi orada bozgun çıkarırlar; oranın onurlu insanlarını zelil, sefil ederler. İşte böyle yaparlar" (Nemi, 34).
- Biat:
Kelime anlamıyla el sıkışarak anlaşmak demek olan biat, Kur'an tarafından egemenliğin temel dayanaklarından biri olarak gösterilmektedir. Kur'an, bizzat Hz. Peygamber'e, onun yönetim ve direktiflerine boyun eğecek kadın-erkek tüm insanlardan biat almayı emretmektedir (Mümtehine, 12; Fetih, 10).
Biat doğrudan demokrasinin ideal görünümlerinden birini verir. Hz. Peygamber, bazen başka birisini biat almak üzere vekil etmiştir. Bu davranışı O'nun, biati, temsili demokrasi biçiminde uygulamayı da Kur'an'ın ruhuna uygun bulduğunu gösterir.
Biat kavramı da, tıpkı şura kavramı gibi, Kur'an'ın cumhuriyet ve demokrasiye insan için en uygun sistem olarak baktığına delildir. Bunun böyle olması siyasal anlamdaki "hakimiyet halkındır" veya "milletindir" sözü, kozmolojik, ontolojik ve metafizik anlamdaki "hüküm Allah'ındır" sözüyle çelişmez. "Ağaç dikmek, buğday yetiştirmek bizim hakkımız ve görevimizdir" demek ağacın ve buğdayın insan tarafından yaratıldığını göstermez. Cenabı Hak, herşeyin hakimidir. Bütün kanunları ve kuralları, yaratıcı sıfatıyla o koyar. Ancak unutmamak gerekir ki, despotizmden uzaklığı, kişi ve hanedan hegomonyalarını yönetimden dışlamayı emreden, şurayı kanunlaştıran da O'dur. O halde, şuranın bir uygulanışını ifade eden "hakimiyet milletindir" siyasal ve hukuksal ilkesi "hüküm Allah'ındır" ilkesinin karşıtı değil uzantısıdır. Bu ilkenin amacı, Allah'ın dışlanması değil; yönetimin Allah'ın kanunları ve iradesi dışına çekilmesine yol açan Cumhuriyet öncesi bazı sistem ve anlayışların dışlanmasıdır.
- Adalet :
Kur'an, adalet ilkesini değişik ifadelerle defalarca tekrarlamıştır: "Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder..." (Nisa, 58). "Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetleyenler olun. Bir topluluğa kininiz, sizi adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun. Bu, korunup sakınmaya daha uygundur" (Maide, 8). "Konuştuğunuz zaman, yakınlarınız aleyhine de olsa adaleti gözetin" (En'am, 152). "Şu bir gerçek ki Allah; adaleti, iyi ve güzel davranmayı, akrabaya vermeyi emreder" (Nahl, 90). "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Allah, adaleti ayakta tutanları sever" (Mümtehine, 8).
- İş ve Emanetlerin Ehil Olanlara Verilmesi :
Kur'an'ın sadece yönetimde değil, hayatın her alanıyla ilgili temel ilkelerinden biri de emanetlerin, onlara ehil olanlara teslim edilmesidir. Bu konunun temel ayeti olan Nisa 58 şöyle diyor: "Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor."
İş ve görevleri ehil olanlara verme ilkesi, Kur'an'ın diğer bir ilkesini daha akla getiriyor: emek ve gayrete öncelik ilkesi. Bu ilke Kur'an'da şu ifadelerle verilmiştir: "Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur" (Necm, 39). "Her benlik, öz kazancının bir karşılığıdır" (Müddessir, 38). Bu son ilke bize gösterir ki yönetim, uygulamayı emek ve gayreti yüceltmenin ve nimet elde etmenin temel şartı bilecek ve emeği sermayeye boğdurmayacaktır.
- Yöneticilerin Yönetilenlerden Olması:
Kur'an, dolaylı bir ifadeyle Müslümanların itaat edilmesi gereken yöneticilerinin kendilerinden olması gerektiğini söylemektedir. Nisa 59, konuyu şöyle düzenliyor:''Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Allah'ın resulüne ve sizden olan ululemre itaat edin".
Ululemrin yani iç ve dış yönetimi kotaranların kimliği, nitelikleri üzerinde durulmamıştır. İstenen tek şey bunların iman sahiplerinden olmasıdır. O halde, ululemrin Allah'a inanan ve yönetimle ilgili diğer ilkeleri öne geçirmeyi benimseyen kişiler olması gerektiği söylenebilir.
28. Yönetimde Temel Amaçlar :
Yönetimin temel ilkeleri, dinin temel amaçları olarak nitelendirilen beş şeyi elde etmeye ve yaşatmaya yöneliktir. İslam düşünürleri bunları "beş temel maksat" yani, "amaç" olarak tesbit etmişlerdir.
İslam fıkhının ortak kabullerinden birine göre İslami hükümler ana başlık olarak ikiye ayrılır: Makasıd (maksat kelimesinin çoğulu) yani amaç hükümler, vesail (vesile kelimesinin çoğulu) yani araç hükümler. Araç hükümler, amaç hükümlerin yapılarına ve hedeflerine ters düşmemek şartıyla anlam ifade ederler. Araç hükümler, amaç hükümlere ters düşmesi halinde, "uygulandıkları taktirde temel gayelerine ters sonuç veriyorlar" gerekçesiyle askıya alınabilir. "Devirlerin değişmesiyle hükümlerin değişmesi kaçınılmaz olur" şeklinde ünlü Mecelle maddesi ile ifade edilen ilke, araç hükümler açısından geçerlidir.

Din meselesinin en hayati noktalarından biri de amaç-araç kesişmesini iyi belirlemek ve amaç hükümlerin zedelenmemesini titizlikle korurken, araç hükümlerin değişen zaman ve şartlara göre gözden geçirilmesini sağlamaktır.
Korunması gereken amaçların temel başlıkları şöyle verilmiştir: Dinin korunması, neslin korunması, nefsin, yani insan bütünlüğünün korunması, aklın korunması ve malın korunması.
Yönetim, bu temel amaçları elde etmek üzere araç hükümleri sürekli bir biçimde gözden geçirerek dinin insan, toplum ve hayatla çatışma noktasına gelmemesini sağlayacaktır. Bunun bir anlamı da şudur: Yönetim, araç hükümleri, dinin temel esaslarının kavranması için kullanmak yerine bunları bizatihi gaye, hatta din yaparak insanı çıkmaza ve ıstıraba sokan kural ilahlaştırma saplantılarını aşarak bir basiret ve kudreti elden asla bırakmamak durumundadır. Aksi taktirde, Kur'an'ın Allah'a varma gayesiyle kullanıma soktuğu vasıtalar, Allah'ın ve dinin yerine geçirilerek temel hedefler tahrip edilir.
29. Din ve Vicdan Hürriyeti :
Beş temel amaçtan biri olan dinin korunmasının günümüz hukuk diliyle ifadesi, inanç, din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün korunmasıdır. Esasen aklın korunması da vicdan ve inanç özgürlüğünün başka bir ifadesidir. Çünkü Kur'an, akılla imanı kucaklaştırmaktadır. İşletilen akıl veya aklın işletilmesi Kur'an'a göre insan onurunun ve iman gerçeğinin özüdür. İşletilmeyen, başka bir deyişle dondurulan akıl, imanın ipotek altına girmesine yol açar. Böyle olunca da din insanın aldatılmasına ve sonuç olarak da tahrip edilmesine zemin hazırlayan bir baskı aracı haline gelir. Bunu önlemek içindir ki Kur'an, sürekli bir biçimde dini ilimle, imanı da akılla kucaklaştırmaktadır.

Kur'an düşüncesinin bu yaklaşımı Ehli sünnet geleneğinde adeta resmi din tanımı olarak şu cümleyi yüzyıllardan beri yaşatmaktadır: "Din, ilahi bir konumdur ki, akıl sahiplerini kendi hür iradeleriyle mutlak hayra iletir."
Görüldüğü gibi bu tanımın üç temel unsuru vardır: İlahilik, akıl ve hür irade. Akıl ve hür irade felce uğratıldığında Kur'an'ın imanında temel olan beyyine yani kanıt, aydınlık çöker.
Bütün bunlar hür iradenin, yani kötüyü ve iyiyi yapabilme seçeneğinin felce uğratılmamasını gerekli kılar. Çünkü felce uğrayan iradelerin sahipleri, görünüşte yaptıkları iyi şeyler olsa da gerçekte insan değil robotturlar. Kur'an, robotlardan çıkan fiilleri din ve hayır olarak görmez.
30. İkrah ve Emr Bil Maruf:
İkrah; tiksinme, çirkin görme, sevmeme anlamındaki kerh kökünden gelir ve bir insana sevmediği, tiksindiği şeyleri baskı, cebir, şiddet yahut aldatmayla yaptırmak anlamını taşır.
Kur'an, Bakara suresi 256. ayette ikrahı dinle yanyana bulunmaması gereken bir olumsuzluk halinde göstermiştir: "Dinde ikrah yoktur. Gerçek şu ki, doğruluk ve aydınlık, çirkinlik ve kötülükten apaçık bir biçimde ayrılmıştır..." Ayette kullanılan "dinde" kelimesindeki "de" edatı "içinde, içindelik" ifade ettiğinden "ikrahın herşeyden önce dinin içinde barındırılmaması gerekir." Bazılarının "İslam'ın dışındakilere baskı ve zorlama yoktur; ama, Müslümanlığı kabul etmiş olanlara baskı ve zorlama uygulanabilir" şeklindeki iddiaları Kur'an'ın ikrahı din dışı ilan eden bu temel prensibine aykırıdır. İkrah, Allah'ın iradesine ve O'nun düzenlediği dinin ruhuna tamamen zıt bir insanlık suçu, bir din ihlalidir.
İkrahı mazur göstermek için Kur'an'daki "emr bil maruf" yani "doğruyu ve güzeli bildirme" ilkesini yanlış yorumlamak

başlangıçtan beri siyasal saptırmaların tavrı olmuştur. Oysaki, emr bil maruf, Kur'an'daki "tebliğ" yani "iyiyi ve güzeli insana ulaştırma, duyurma" kavramının bir uzantısıdır. Tebliğin; baskı, zorlama, cebir ve şiddetten uzak bulunması gerektiğini 30'u aşkın ayette ısrarlı bir biçimde emreden Kur'an'ın, emr bil maruf anlayışını baskı ve zorlama ile lekelemesi mümkün değildir.
Sözün özü sudur: Kur'an, cennete giden yolu en güzel biçimde gösterir; fakat insana cehenneme gitme özgürlüğü de tanır. Çünkü cehenneme gitme özgürlüğü_yani kötüyü ve çirkini seçme gücü olmayanların hür iradeleri yok demektir. Hür iradesi olmayan benlikler ise Kur'an'ın muhatabı ve mensubu olamazlar.
31. Din ve Laiklik :
"İnsan" meselesinin en esrarlı görünümlerinden biri de insanın parça bir varlık olmasına rağmen, bütüne ait tüm arzu ve istekleri bünyesinde taşımasıdır. İnsan, varlığın bir parçasıdır; ama arzu ve istekleri, bir parçanın elde edebilecekleriyle asla sınırlı değildir. Bu yüzden insan, arzu ettikleriyle elde ettiklerinin farklılığından doğan çelişme ve didişmenin ıstırabı içindedir.
İnsanın kendisinden koptuğu bütün olan yaratıcı kudret, yani Allah, insanın, bu sıkıntısını bildiği için insanı o büyük arzu ve hasretle bir başına bırakmamış, "bütüne varış yolculuğu"nda ona yardımcı olmak lütfunu göstermiştir. Bu lütuf, insana peygamberler aracılığı ile tutulan ışıktır. Din, bu ışığın bir hayat biçimine dönüştüğü andaki adıdır. Bu demektir ki din, koptuğu bütünle kucaklaşması anlamındaki tekamülünü daha rahat tamamlaması için Mutlak Varlığın insana gösterdiği bir "yol" dur.
Ne yazık ki çoğu insan bu erdirici yolu, koptuğu bütüne daha rahat varmanın aracı olarak kullanmak yerine, onu ya tamamen reddetmiş, yahut da kendisini, koptuğu bütünün makamına

oturtmanın aracı olarak kullanmıştır. İnsanın bu iki yanlış tavrın¬dan birincisi inkara, ikincisi ise dini Allah'ın iradesinin dışına çekme tutkusuna vücut veriyor. Esasını, "Allah'ın yetkilerini kullanmaya kalkma" illetinin oluşturduğu bu tutkuyu biz, kısaca din sömürüsü olarak anabiliriz.
O halde inkar ve din sömürüsü, insanı Allah'ın iradesinin tersine bir yola sokmakta, varlıkla bütünleşmenin ahengini bozmakta ve sonuç olarak insanın sadece birey halinde değil, toplum halinde de acı çekmesine sebep olmaktadır. Bunun içindir ki; insanoğlunun tarih boyunca çektiği ıstırapların daima iki sebebi olmuştur: inkarcı egoizm, dinci egoizm. Bu egoizmlerin ikisi de Allah'ın yerine geçme tutkusu taşımaktadır. Farklılık, sadece izledikleri yöntemde ve araç olarak kullandıkları nesnelerdedir.
Tarih bize gösteriyor ki, insanın din sömürüsü yüzünden, yani egonun kutsalı ve Allah'ı kullanması yüzünden çektiği acılar, inkar yüzünden çektiği acılardan daha yoğun ve yıkıcı olmuştur. Ne yazık ki, insanın en büyük boğuşmalarının arkasında, Yaratıcı'nın insan daha mutlu olsun diye gönderdiği din vardır. Belki de bu yüzden, Kur'an'ın yaklaşık üçte birini, dini temsil edenlerden şikayet oluşturmaktadır. İnsanın ilk çekişme ve boğuşmasının sebebi din temsilcileridir. Bu şikayeti gündeme getiren Kur'an ayetlerinde, din temsilcilerinin günahlarına şu ifadelerle değinilmektedir: "Kitlelerin malını, emeğini 'sizi Allah'a götüreceğiz' diyerek çeşitli oyunlarla 'tıka-basa' yiyip sonunda onları Allah'tan uzaklaştırmak" (Tövbe, 34), "Allah'ın gönderdiği vahyi basit çıkarlar uğruna değiştirmek, insan eliyle yazılanları Allah'ın yazdığı gibi gösterip halkı kandırmak" (Bakara, 78-79.)," Vahyin verilerini çıkarlara uydurmak için kelime ve cümleler üzerinde tahrifler yapmak" (Maide, 41), "Allah'a götürme iddiasıyla ilimsiz ve ışıksız bir biçimde ortaya çıkıp Allah'a giden yolu tıka-

mak" (Hac, 8-10), "Dinin tek kaynağı olan ilahi kitabı birtakım 'alt-kutsal kitaplar' icat ederek parçalamak" (Müminun, 52-54), "Allah'a din öğretmeye kalkmak" (Hucurat, 16). Kur'an, bunların dışında, dolaylı ifadelerle din temsilcilerinin şu günahları işlediklerine de dikkat çekmektedir: "Allah'a fatura edilen birçok yalanı kutsallaştırmak", "doğuştan hür ve temiz olan insanı doğuştan günahkar ve yüzü kara ilan etmek", "aklı ve hür iradeyi prangala-yarak dikte edilen kurallara şuursuzca uymayı kurtuluş sanan kuşaklar oluşturmak", "bugünleri cehenneme çevrilen kitlelere yarınlar için cennet vaat etmek..." Ne ilginçtir ki Kur'an ateizmden hiç sözetmediği halde Allah'ın yanına yedek ilahlar koyarak
ilahi iradeyi parçalamaya kalkan "şirki" sürekli eleştirmekte ve en büyük düşman olarak göstermektedir.
Kısacası, insanoğlu daha başlangıçtan itibaren, Allah'a varmak niyetiyle teslim olduğu din kotarıcıların ilahi iradeyi egolar¬nın keyfi uğruna saptırmaları yüzünden zulme ve kötülüğe maruz kalmıştır. Bu din temsilcileri, Allah için iş yaparak insanı mutlu etmemişler, Allah'ın yerine iş yapmaya kalkarak kitleleri perişanlığa itmişlerdir. Allah'ın elinden çıktığı şekliyle mutluluk ve ahenk kurumu olan din, bu "saptırıcı temsilcilerin elin bir ıstırap ve kahır kurumu haline gelmiştir.
İşte laiklik, din gerçeğini egoları hesabına kullanmak için Allah'ın iradesini saptırarak "din" adı altında kendi keyiflerini egemen kılmak isteyen güçlere karşı bir savunma ve "nefes alma" çaresi olarak keşfedilmiştir. Temelde ve ilahi iradenin beklentileri açısından bakıldığında son ve ideal çözüm olmamakla birlikte insanın yoğun zulümler altında inlemesini bir ölçüde durduran ve insana kendine gelme imkanı veren bir gelişmeyi ifade eder. Bu gelişme sayesindedir ki,- ilahi iradeyi saptıran din sömürücüsü egoist odakların hiç değilse zulümlerini devletleştirmeleri çığırı kapatılmıştır.

"Onların iş ve yönetimleri aralarında şura iledir" (Şura, 38) ayeti açık olarak bir toplumu yönetenlerin yönetim gücünü yönettiği halkın egemenliğinden alması gereğini emreder. Kur'an-ı Kerim yönetimde egemenlik hak ve yetkisini Hz. Peygambere bile vermemiş ve onun sadece bir "tebliğci" olduğunu birçok defa vurgulamıştır. Nihayet O'nun yönetimi arkadaşları ile birlikte "danışma" halinde yürütmesini emretmiştir (Bkz. Ali İmran, 159). Bu ayetlerin laiklik bağlamında iyi kavranması gerekir.
Laikliğin bir yönü de herkese din ve vicdan hürriyeti tanımaktır. "Rabbin eğer dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi kesinlikle inanırlardı. Öyleyse, sen, buna rağmen, insanları inanmaları için zorlayacak mısın?" (Yunus, 99) ayeti bu hürriyeti açık olarak emreder. Dünya toplumları ile iletişim kuran bir topluluğun kendi içinde yanlışta uzlaşması düşünülebilecek bir şey değildir. Çalışan aklın ulaştığı sonuçları tartışabilen bir toplum doğruyu bulur.
Kur'an dininin Hz. Muhammed eliyle uygulanan şeklinde, ilahi irade esas yönünde hükmettiği için, laikliğin hayal dahi edemeyeceği güzellik ve mükemmellikte bir hayat söz konusu idi. Onun ölümünden sonra din yozlaştırılmaya ve ilahi irade saptırılmaya başlandı.
İslamın doğuşundan dört-beş asır sonraki zamanda ise, mezhep ve tarikat adı altında yirmiye yakın "birbirinden az veya çok farklı olan oluşumlar" zuhur etti. Böylece, Kur'an'ın ve Hz. Peygamberin son söz sahipliği yaşayan bir realite olmaktan adeta çıkarılmış oldu. Kur'an sadece mezarlıklarda, ölülere cennet vizesi vermek için okunan bir "ilahiler kitabı" durumuna düşürüldü. Bunun sonucunda, Kur'an dininde asla bulunmayan engizisyon, sömürü, afaroz ve endülüjanscılık müslüman kitlelerin yakalarına yapıştı. Bilgisizlik, uyuşukluk, birbirini acımasızca ce-

hennemlik ilan etme, İslam dünyasının adeta kaderi haline geldi.
Türkiye'de laiklik, kabul edildiği zaman, andığımız bu "yozlaştırılmış ve kaynağından uzaklaştırılmış din süreci" en rahatsız edici devresini yaşıyordu. Ne yazık ki laiklik sürecine geçişin ardından beklenen değişmeleri yeterince sağlama başarısını gösteremedik. Bu süreç, örf ve hurafe dinciliğinden gerçek dine dönüş süreci olmalıydı. Maalesef bu olmamıştır. 1940-1950 arasında, yer yer ve zaman zaman din inkarı ve İslam nefretine alet edilen laiklik, toplumda bir reaksiyon olarak, "tarihi-kültürel sürecin ortaya çıkarttığı örfler ile hiçbir esasa dayanmayan hurafelerin şekillendirdiği oluşum" a gerçek din imiş gibi sığınma ihtiyacı yaratmıştır. Bunun sonucu ise, üretilen hemen tüm politikaları da desteğine alarak bu oluşuma dayalı bir "Sömürü sektörü" yapılanmıştır. Türkiye şu anda bu sektörün yaşatmak istediği "kültürel ve hurafeye dayalı dincilik" ile "Kur'an'a dönüş düşüncesinin çekiştiği bir din atmosferini yaşıyor. Bu süreçte laiklik, Kur'an'a dönüş düşüncesinin önemli desteklerinden biri olabilir.
Şunu da inkar edemeyiz: İnsanoğlu şu anda, din sömürücüsü zulüm odaklarının hegemonyasına girmemek için sığındığı laiklik ve sekularizm(11) yüzünden Yaratıcısı'nı sürgüne göndermiş bir durumda yaşıyor. İnsana kendi ruhundan bir nefes üflemiş olan Allah, ihsan tarafından büyük ölçüde hayatın dışına itilmiş bulunuyor. "Allah'ı hayata davet edersek, O'nun adını paravan yapan din sömürücüleri başımıza dert açarlar" diyerek Yaratıcıyı, deist(12) bir mantıkla hayatımızın uzağında tutmaya devam mı edeceğiz? Yoksa dini Allahın iradesine uygun şekliyle ortaya getirmek üzere yepyeni bir süreç mi başlatacağız? İnsanlığın bugün en ciddi sorularından biri budur.
Bu soruya vereceğimiz cevap ne olursa olsun, din adına işlenecek baskı, zulüm, saptırma, sömürme, ezme ve dışlamalara teslim olmadan düşünebilmek için, hurafe dinciliğinin tasallutundan arınmış bir atmosfer sağlayan laik düşünceyi korumak zorundayız. Bu sanıldığı gibi, sadece inanmayanların hesabına_bir fedakarlık değil, "gerçek iman sahipleri''nin de hayrına bir tavır olacaktır. Çünkü, ilahi iradenin tersine çalıştırılan bir sömürü ve baskı dini, herşeyden ve herkesten önce gerçek dindarların kahrına sebep olmaktadır. Böyle bir din, toplumları yeni inkar fırtınalarının kucağına atarak yarınlarımız için filizlenen ümitleri de mahveder.

1-Bu Kitapçıkta bu şekilde parantez içinde belirtilen kelime ve rakam, Kur'an'-ı Kerim'deki sure ismini ve ayet numarasını göstermektedir. Örnek olarak (Bakara, 163) ifadesi, Bakara suresinin 163 ncü ayeti demektir. Surelere, Kur'an'daki büyük bölümler, ayetlere ise Kur'an cümleleri denilebilir.

2-Şirk; Arapça bir kelime olup, Tükçemizde ortak koşmak demektir. Hz. Peygamber zamanındaki muhatabı olan Araplar, Allah'ın varlığını kabul etmekle birlikte, çeşitli şeylerin O'nun ortakları olduğunu söylerlerdi.
3-İslam; Arapça bir kelimedir. Türkçesi barışı hakim kılmak demektir. Din terminolojisinde "Allah'a teslim olmak" şeklinde mana verilmektedir.

4-Vahiy; Arapça bir kelimedir. Türkçesi bildirmek demektir. Dini bir kavram olarak vahiy, Allah'ın dilediği bilgileri peygamberin kalbine koyması, yani bildirmesi demektir.
5-Cibril; Vahyi, Peygamberlere getirmekle görevli meleğin ismidir. Müslümanlar hem Cibril, hem de Cebrail olarak söylemektedirler
6-Sünnet; Arapça bir kelimedir. Din terminolojisinde Hz. Peygamberden rivayet edilerek gelen sözlerine ve davranışlarına Sünnet denilmiştir.
7-Hadis; Arapça bir kelime olup, Türkçe "söz" manasına gelir. Din terminolojisinde Hz. Peygamber tarafından söylendiği rivayet edilen sözlere denilmektedir.
8-Mushaf: Kur'an yazılı sahifelerin bir araya toplanarak kitap haline getirilmiş şekline denir.


9-Ayetin "yagdudne min ebsarlhinne" ifadesini böylece tercüme etmek doğru olur. Alimler, bu ifadeye ''gözlerini bakmaları helal olmayan erkeklerden çevirsinler" şeklinde, genellikle geniş bir mana yüklemişlerdir. Bu şekilde anlam vermek, ayeti kendisinde olmayan kelimelerle açıklamak olur ki bu, her zaman doğru olmayabilir.


(11) Sekularizm; latin kökenli bir kelime olup, Türkçe dini olmayan, din bakımından inançsız olmak demektir.
(12) Deist; latin kökenli bir kelime olup, Allah hakkında, O'nu bütünüyle evrenin dışında kabul eden ve insanlarla ilgi ve ilişkisinin olmadığına inanan kişi demektir

1 Yorum:

saat: 10 Ocak 2008 09:51 , Anonymous Adsız dedi ki...

laiklikyüce allahtan gelenkuraldır
?

 

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa