04 Mayıs 2010

2-BİR HAK YOLCUSU VE TAKİPÇİSİ-EBU ZER EL GIFARİ

İNTERNETTEN ALINTILAR....İZLEMENİZİ ÖNERİRİM...

BİR HAK YOLCUSU VE TAKİPÇİSİ-EBU ZER EL GIFARİ


EBÛ ZER GIFÂRÎ
Ebû Zer-i Gıfârî, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde yaşamakta olan Benî Gıfâr kabîlesindendir. Bunlar Arabistan’da bulunan diğer kabîleler gibi câhiliye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticâret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı.
Ebû Zer-i Gıfârî de çevresinin te’sîriyle bir müddet kervan soygunlarına katılmıştı. Kavmi arasında atılganlığı ve cesâreti ile şöhret bulmuş, gücü, kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhur olmuştu.
Putlardan nefret ediyordu
Fakat o, bütün bunlardan bir tat almıyor, zavallı insanların elleriyle yonttuğu putlara ilâh diyerek tapmasına şaşıyor, putlardan nefret ediyordu.
Nihâyet bir gün herşeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yol kesme işinden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya başladı. Üç sene böylece devam etti.
Ebû Zer-i Gıfârî hidâyete adım adım yaklaşmakta iken, Muhammed aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından peygamberliği bildirilmişti. Artık insanlar birer ikişer Müslüman olmakla şerefleniyor, İslâmın nûru âlemi aydınlatmaya başlıyordu. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyor, müşrikler ise engellemek için çâreler arıyordu.
Nihâyet bu haber Benî Gıfâr kabîlesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebû Zer-i Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince dedi ki:
- Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve Peygamber olduğunu bildiriyor.
Ebû Zer heyacanla sordu:
- Hangi kabîledendir?
- Kureyş’tedir.
Ne haber getirdin?
Ebû Zer-i Gıfârî bu hâlleri işitir işitmez kardeşi Üneys’e dedi ki:
- Hayvanına bin, Mekke’ye git, kendisine vahiy geldiğini söyleyen zâtla görüş, söylediklerini dinle, benim için bilgi edin, haberini bana getir.
Üneys, Mekke’ye gidip, Peygamber efendimizin mübârek cemâli, sohbeti ve ihsânları ile şerefledi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebû Zer kardeşine sordu:
- Ne haber getirdin?
- Vallahi öyle yüce bir zâtı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırıyor.
- Peki insanlar, onun hakkında ne diyorlar?
Zamanın meşhur şairlerinden olan kardeşi Üneys şöyle cevap verdi:
- Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri ne kâhinlerin sözüne, ne de sihirbazların sözüne benzemiyor. Onun söylediklerini şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara hiç benzemiyor, hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler. Bu zât iyiliği, ahlâkî değerleri emrediyor, kötülükten de sakındırıyor.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri kardeşinin bu sözü üzerine:
- Sen bana, bu husûsta arzû ettiğim, gönlüme şifâ veren, müşkillerimi giderir bir haber getirmedin. Kendim gidip, onu görürüm, dedi.
Kardeşi Üneys dedi ki:
- İyi olur, fakat sen Mekke halkından sakın! Çünkü Mekkeliler, ona karşı son derece kin besliyorlar ve onunla görüşenleri takip ediyorlar.
Ebû Zer, hemen Mekke’ye gitmeye ve Peygamberimizi görüp Müslüman olmaya karar verdi. Eline bir değnek ve biraz da azık alarak büyük bir şevkle Mekke yoluna düştü.
Kimseye sormadı
Mekke’ye varınca hâlini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize ve yeni Müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını safha safha ilerletiyorlardı. Bilhassa Müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı.
Ebû Zer-i Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâ’be’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu. Burada Zemzemden başka bir şey yiyip içmiyordu.
Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali, Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Hâlinden bir şey sormadığı gibi, Hz. Ebû Zer de ona sırrını açmadı.
Sabah olunca, tekrar Kâ’be’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde hiçbir ip ucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hz. Ali, o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce:
- Bu biçâre hâlâ aradığını bulamamış, diyerek tekrar evine götürdü.
Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali tekrar da’vet edip evine götürdü ve ona sordu:
- Senin işin nedir? Bu şehre ne için geldin?
- Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen, söylerim.
- Söyle, hâlini kimseye açmam.
Akıllılık ettin
- İşittim ki, burada bir Peygamber çıkmış. Onunla görüşmesi, ondan işittiklerini ezberleyip bana nakletmesi için kardeşimi göndermiştim. Kardeşim gönlüme şifâ verecek bir haber getirmedi. Onun için bizzat kendim onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim.
- Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Bu zât Allahın Resûlüdür, hak Peygamberdir. Sabahleyin ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et, senin için korkulacak bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparım. Sen beklemez gidersin. Ben geçip gidersem, arkamdan gel ve benim girdiğim eve sen de peşimden gir!
Ebû Zer-i Gıfârî, Hz. Ali’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:
- Esselâmü aleyküm, diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebû Zer-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.
Peygamber efendimiz selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:
- Sen kimsin?
- Gıfâr kabîlesindenim.
- Ne zamandan beri buradasın?
- Üç gün üç geceden beri buradayım.
- Seni kim doyurdu?
- Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.
- Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.
- Yâ Muhammed! İnsanları neye da’vet ediyorsun?
- Bir olan ve ortağı bulunmayan Allaha îmân etmeye ve putları terketmeye, benim de Allahın Resûlü olduğuma şehâdet etmeye da’vet ediyorum.
Bana İslâmı bildir
Bunun üzerine Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri:
- Bana İslâmı bildir, dedi.
Peygamber efendimiz ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebû Zer Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyâkla dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki Müslüman olduğumu Kâ’be’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmiyeceğim.
Bundan sonra Ebû Zer-i Gıfârî Kâ’be yanına gidip, yüksek sesle:
- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, diye haykırdı.
Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı.
Bu hâli gören Hz. Abbâs seslendi:
- Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabîledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?
Böylece Ebû Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.
Kavminin yanına dön!
Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâ’be’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.
Bundan sonra Peygamber efendimiz Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine buyurdu ki:
- Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!
Bu emir üzerine Ebû Zer-i Gıfârî kendi kabîlesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri kavmini İslâmiyete da’vet ediyordu. Birgün kabîlesine, Allahın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların bâtıl, boş ve ma’nâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, “Olamaz” diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabîlenin reisi Haffâf, bağıranları susturdu ve dedi ki:
- Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak!
İşte sizin taptığınız şey
Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri şöyle devam etti:
- Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mânî olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakâret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.
Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:
- Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?
Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:
- O, Allahın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allaha îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya da’vet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabîlesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabîle reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek Müslümanlığı kabûl ettiler.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke’de ve civârında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan’a, daha sonra Medîne-i münevvereye hicret yapıldı.
Her şeyi sorardı
Ebû Zer hazretleri de Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında kurduğu kardeşlikte Ebû Zer hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabîlesi arasına gönderildi.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri Hendek savaşından sonra Medîne’ye geldi ve yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı.
Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek husûsunda büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize sorardı. Îmân, ihsân, emir ve yasaklar husûsunda, Kadir gecesi ve daha birçok husûsların sırlarını, izâhını, namaza dâir ince husûsları ve nice şeyleri Resûlullaha bizzat sorarak öğrenmiştir.
Resûl-i Ekrem efendimiz Ebû Zer’i çok sever, ona, husûsî iltifât buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullahın huzûrunda kalırdı. Peygamberimizin mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu.
Ayrıca Ebû Zer hazretleri, Peygamberimizin mübârek elini öpmek saâdetine kavuşmuştur. Resûlullah efendimize bi’ât ederken de, “Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun dâimâ doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu husûsta Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Dünyaya Ebû Zer’den daha sâdık kimse gelmedi.
Tebûk seferi
Resûlullaha anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir:
- Yâ Resûlallah, benim kalbim yalnız Allahü teâlânın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki, insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.
Tebük muharebesinde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebû Zer orduya yetişti. Resûlullahın yanında bulunan Eshâb-ı kirâm dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Tek başına bir adam geliyor.
Resûlullah efendimiz:
- Ebû Zer midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.
Eshâb-ı kirâm dikkatle bakıp Resûlullaha dediler ki:
- Yâ Resûlallah, gelen Ebû Zer’dir.
- Allah Ebû Zer’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşrolunur.
Daha sonra Ebû Zer’e:
- Ey Ebû Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.
Her adımına karşılık
Ebû Zer, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:
- Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allahü teâlâ bir günâhını bağışlasın, diye duâ buyurdular.
Ebû Zer-i Gıfârî dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanâatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz bu sebeple ona, “Mesîh-ül-İslâm” lâkabını vermişti.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Mekke’nin fethine de kendi kabîlesinin sancağını taşıyarak katılmıştır.
Peygamberimize tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer, Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin vefâtından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzûn ve yalnız yaşadı. Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefâtından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.
Bir gün Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Kâ'be'nin yanında durarak şöyle dedi:
- Ey ahâli, sizden biri bir yolculuğa çıkacak olsa, azıksız aslâ çıkmaz, mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vs. alır. Dünya hayâtında bir yolculuğa çıkan bir insan, azık almadan çıkmazsa, ya âhıret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar?
Âhıret azığı
Orada toplanan ahâli sordu:
- Bizim âhıret azığımız nedir yâ Ebâ Zer?
- Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeye, diğerini de âhıret hazırlığı yapmaya tahsîs ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Hz. Osman'ın halîfeliğine kadar Şam'da kaldı. Şam halkına din bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Şüphelilerden ve harâmlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakîrlere dağıtırdı.
Bir defasında Şam vâlisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam onbin dirhem altın göndermişti. Ebû Zer hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakîrlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı.
Ertesi gün vâlinin hizmetçisi gelip dedi ki:
- Aman efendim, dün akşam sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim. Mümkünse altınları geri alayım, yoksa vâli benden hesap sorar.
Bunun üzerine Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri buyurdu ki:
- Oğlum, onları fakîrlere dağıttım. Sen vâliden iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, o zaman iâde ederiz.
Vâlinin adamı durumu vâliye anlattı. Vâli, Ebû Zer'in, sözünün eri olduğunu anladı.
Ancak, Ebû Zer'in bir günlük ihtiyaçtan fazlasını bulundurmayıp dağıtmasını ve halkı buna teşvik etmesini, halkın anlamayacağını anlayan vâli, durumu halîfe Hz. Osman'a mektup ile bildirdi.
Medîne'den ayrıl!
Bunun üzerine halîfe, Ebû Zer'i Medîne'ye da'vet etti. Ebû Zer, Medîne'ye geldiğinde, evlerin Sel Dağına dayandığını ve refâhın arttığını gördü. Halîfenin huzûruna çıkınca, Hz. Osman'a, niçin insanların biriktirdikleri malları dağıttırmıyorsun, diye sordu. Bunun üzerine Hz. Osman buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Onlar zekâtlarını verdikten sonra, benim vazîfem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.
Bunun üzerine Ebû Zer dedi ki:
- Resûlullah bana "Binalar Sel dağına ulaştığı zaman, sen Medîne'den ayrıl!" diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medîne'den gideyim.
Hz. Osman müsâade buyurdu. Birkaç koyun ve keçi, yetecek miktarda yiyecek vererek, Medîne-i münevvere yakınlarındaki Rebeze adındaki köye gitmesini söyledi. Ailesi de Şam'dan buraya gönderildi.
Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Rebeze’de, küçük bir kulübeye yerleşti. Gelip geçenlere, hadîs-i şerîf ve dînî bilgiler öğretmeye başladı. Halîfenin hediye ettiği, birkaç koyun ve keçisi vardı. Onlarla hayatını devam ettiriyor, dâimâ Allaha şükrediyordu.
Elbisen eskidi
Birgün, muhterem hanımı hatırlattı:
- Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?
- Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.
- Hayırdır İnşâallah efendi...
- İnşâallah yakında, Allahın sevgilisi Peygamber efendimize kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, rûhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor.
Hanımı ağlamaya başladı.
- Niçin ağlıyorsun hanım?
Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:
- Nasıl ağlamıyayım! Gerçekten bir emr-i Hak vâki olsa, vefât etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?
- Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?
Hanımı gözlerini sildi. Kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı, baktı. Issız çöl rüzgârlarından başka, ne gelen vardı, ne giden! Üzüntüyle içeri döndü. Başını salladı:
- Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?
- Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalbli Müslüman cemâ’ati gelince, onlara ikrâm edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!
Hanımı, tekrar dışarı çıktı. Gözleri nemli, efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu. İşte bu sırada ufukta, bir toz bulutu belirdi. Bulut yaklaştı, yaklaştı.
Gelenler var!
Nihâyet atlılar ve develiler, açıkça belli oldular. O zaman kadıncağız buruk bir sevinçle içeri koştu:
- Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var!
Yaşlı Sahâbînin gözleri parladı ve dedi ki:
- Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücûdumu, Kıbleye doğru çevirelim.
Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefât etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi.
Bunlar Abdullah bin Mes’ûd, Mâlik bin Eşter ve ba’zı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:
- Ebû Zer içerde, vefât etti. Onu kefenleyip, ecre, sevâba nâil olmak istemez misiniz?
Bu ismi duyan kâfile mensupları, hep birlikte, Ebû Zer hazretlerinin hizmetine koştular.
Abdullah bin Mes’ûd’un verdiği kefenle kefenlendi ve cenâze namazını da, Abdullah bin Mes’ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medîne’ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman himâyesine aldı.
Hz. Ömer, halîfeliği zamanında birgün arkadaşları ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada iki genç huzûruna geldi. Yanlarında kollarından sıkıca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:
-Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhâkeme edilmesini istiyoruz.
Üç gün mühlet ver
Hz. Ömer, her iki tarafın da ifâdelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyân ettiği iyice öğrenildikten sonra kâtil genç suçlu görülerek idâma mahkûm edildi.
Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:
-Siz, mü'minlerin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefât etmezden önce paralarını ayırmış, bana, "Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhâfaza et! Büyüyünce kendisine verirsin." diye vasiyet etmişti. Ben de bu paraları bir yere gömdüm. Şimdi karar infaz edilirse, bu paralar orada kalır. Çünkü benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zâyi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emâneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.
Hz. Ömer:
-Yerine bir kefil bırakman lâzım, buyurdu.
-Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?
-Kefilini göster!
Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebû Zer Gıfarî hazretlerini göstererek:
-İşte bu zât kefil olur, dedi.
Hz. Ömer:
-Ey Ebû Zer, kefil olur musun?
-Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.
Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Da'vâcı gençler gelmiş fakat, suçlu genç gelmemişti. Da'vâcılar dedi ki:
-Ey Ebû Zer, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezâsını çekmedikçe buradan ayrılmayız.
Ebû Zer hazretleri gayet sakin bir şekilde:
-Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.
Sözünde durdu
Nihâyet bildirilen vakit doldu. Ebû Zer hazretleri de ortaya çıkıp, cezâsının infazını istedi. Tam bu sırada, toz duman içinde birinin gelmekte olduğunu gördüler. Gelen, o gençten başkası değildi.
Genç geciktiği için özür dileyerek:
-Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emânet ettim. Dayımın yeri haylı uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.
Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu husûsu kendisine söylediklerinde:
-Mert olan hakîki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, "Artık dünyada sözünde duran kalmadı" dedirtmem.
Ebû Zer hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:
-Genç bana güvenerek, "Bu bana kefil olur" dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. Âlemde fazîlet, iyilik kalmamış, dedirtmem.
Bu durumu gören da'vâcılar:
-Biz de bu dünyada kerem sahibi, cömert kalmadı dedirtmeyiz. Allah rızâsı için, da'vâmızdan vazgeçtik, ölenin vârisleri olarak affettik, dediler.
Peygamber efendimiz Ebû Zer hazretleri hakkında buyurdu ki:
-Benim ümmetimde Ebû Zer, Meryem oğlu İsâ'nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır.
-İsâ aleyhisselâmın tevazuuna bakmak kendisini mesrur eden kimse, Ebû Zerr'e nazar eylesin.
Ebû Zerr-il Gıfârî Peygaberimizden bizzat işiterek 281 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden Enes bin Mâlik, İbn-i Abbas, Hâlid bin Vehba, Zeyd bin Vehb, Hurşe bin Hurr, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef bin Kays, Abdullah bin Samit, Amr bin Meymun ve daha çok sayıda hadîs âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte denilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştır.
Ebû Zerr'in rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsî şöyledir:
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki:
Ey kullarım! Şüphesiz zulmü kendime haram kıldım. Ya'ni zulümden münezzehim. Bunu size de haram kıldım. Sakın kimseye zulüm etmeyin.
Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak sizden hak yoluna hidayet ve imân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidayete kavuştu, dalâletten kurtuldu. Benden hidayet isteyiniz, sizi hidayete kavuşturayım.
Ey benim kullarım hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden yiyecek içecek talep ediniz ki size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım.
Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz ki sizi giydireyim.
Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiç bir zarar veremezsiniz ve bana hiç bir fâide sağlayamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. Ben ganiyy-i mutlakım siz de fakir-i mutlaksınız.
Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvânın en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvânızın fâidesi yine sizedir.
Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en âsî bir kimse gibi hep, isyânkâr ve günâhkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların zararı, ziyânı size ulaşır.
Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde bir yerde el kaldırıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülkümden bir şey eksilmiş olmaz. İğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden birşey eksiltir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır.
Ey kullarım! Sizin amel ve ibadetlerinizi, her işinizi, ilmi ezelîm ve hafaza mleklerim ile zapt ve hıfz ederim. Sonra işlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim bir hayır işlerse, bana hamd-ü senâ eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler de beni değil, kendi nefislerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz'iyyeleri ile kendi nefislerine uyarak günâh işliyorlar.
Ebû Zerr-il Gıfârî şöyle anlatmıştır
Bir gün mescid girdim. Resûlullah efendimiz yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturdum, buyurdu ki:
Yâ Ebû Zer, mescide girince iki rekât namaz (tahıyyet-ül mescid) kılmak gerekir. Kalk kıl.
Kalktım iki rekât tahıyyet-ülmescid namazı kıldım sonra yine Resûlullahın yanına varıp oturdum. Dedim ki,
-Yâ Resulallah, bana namaz kılmayı emir buyurdunuz. Bu namaz nedir?
-Azı ve çoğu Allahü teâlânın koyduğu bir ibâdettir.
-Yâ Resûlallah hangi amel daha efdaldir:
-Allahü teâlâya imân etmek ve onun yolunda cihad yapmak.
-Yâ Resûlallah imân bakımından en kâmil mü'min hangisidir?
-Ahlâkı en güzel olanıdır
-Yâ Resûlallah mü'minlerin en emini kimdir?
-İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir.
-Yâ Resûlallah en efdal hicret hangisidir?
-Günâhlardan uzaklaşmaktır.
-Yâ Resûlallah en efdal namaz hangisidir?
-En uzûn kılınan namazdır
-Yâ Resûlallah, oruç nedir?
-Ecrini, mükâfatını bizzat Allahü teâlânın katkat vereceği bir farzdır ibâdettir,
-Yâ Resûlallah hangi cihad daha efdaldir?
-Mal ve canı ile yapılan cihaddır,
-Yâ Resûlallah hangi köleyi azât etmek daha efdaldir?
-Madden ve manen kıymetli olanı.
-Sadakanın en efdali hangisidir?
-Az da olsa fakirin gönlünü almak için verilendir.
-Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir?
-Âyet-el kürsîdir..
Ebû Zer hazretleri devam ederek,
-Yâ Resûlallah bana nasihât et!
-Sana Allah'tan korkmayı tavsiye ederim. İşin başı budur.
-Yâ Resûlallah biraz daha!..
-Sana Kur'ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nur, gökte meleklerin övgüsüdür.
-Biraz daha...
-Çok gülmeyi terket, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nurunu giderir.
-Biraz daha nasihât buyur, Yâ Resûlallah!
-Susmayı tercih et sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah!
-Cihad et, çünki cihad ümmetimin zühdüdür.
-Biraz daha...
-Miskinleri, fakirleri sev onlarla bulun.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah!
-Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin için nimettir.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah dedim!
-Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeseler de.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah dedim.
-Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına aldırma.
-Biraz daha nasihât et, Yâ Resûlallah!
-Acı da olsa Hakkı söyle!
-Biraz daha istedim.
-Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.

Selam ve dua ile...

Ebuzerr (ra): O (Rasulullah sav) Allah'a ulaşabilmek için aradaki engelleri kaldırırdı; halkın hakka giden yolunu açtı şimdi YARATILANLAR VASITASIZ OLARAK O'NA YAKLAŞABİLİYORLAR. O (sav) diyorki; "Allah kullarına yakındır, şikayet ve isteklerinizi duyar; gizli olan herşeyden haberdardır"

"Ben şimdiye kadar meydana gelenleri bir türlü anlayamıyorum! Allah'a and içerim ki, bu ameller ne Allah'ın kitabında var, ne de Peygamber'in davranışlarında vardır. Allah'a yemin ederim ki, hakkın ayaklar altına alındığını, batılın diriltildiğini ve doğru dürüst konuşanların yalancı diye gösterildiğini görüyorum. Her şey birbirine karıştırılmış, ortalık toz duman edilmişitr."

Ebuzerr (ra): Benim arkadaşım Muhammed bana; "Ne kadar acı da olsa hakkı söylememi ve kimsenin kınamasından korkmamamı" söylemişti...

Ebuzerr (ra): Allah'ım korkudan sana sığınıyorum...kıskançlıktan sana sığınırım...

Ebuzerr (ra): "Ey yahudiden doğmuş ( Kaab'ul Ahbar'a söylüyor)...BİZİM DİNİMİZİ BİZE Mİ ÖĞRETMEK İSTİYORSUN?

Kaynak, Ali Şeriati, Ebuzerr, düzey yayınları...

Ebuzerr (ra): "Evinde azık bulunmayan kişi nasıl olur da topluma kılıç çekerek karşı çıkmaz şaşarım"

Kaynak, Ali Şeriati, Dine Karşı Din, İşaret yayınları



Ebuzerr: Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse, din başka bir kapıdan çıkıp gider!

Günden güne seçkinlik, sömürü, yoksulluk, sosyal ve sınıfsal uçurumdaki genişleme artıyordu. Ebuzer’in propagandası da gittikçe yayılıyor, mahrumlar ve sömürülenleri ayaklandırıyordu. Açlar Ebuzer’den öğrenmiştiler ki, yoksullukları ilahi irade. önceden yazılmış, göksel kader değildi. “Mal biriktirme”nin sonucuydu ve bu kadar!

Ne yapmalı!

Zahit Ebuzer’e hiçbir şey!

Onda ne bir şey “vardı” ki, tehdit etselerdi: “Alırız!”

Ne de bir şey “istiyordu” ki, tatmin etselerdi: “Veririz!”

Ve hanımı Ümmüzer’dir. O da Peygamber’in ashabındandır ve kocasına, mücadeleci insanın tahammül etmesi gereken zorluk, züht ve yoksullukta eşlik ediyordu.

Ki, İslam’ın olduğu günlerde kadın henüz “zayıf” olmamıştı! Şimdi hakim durumda olan kutsal muhacir ve Peygamber’in büyük ashabının karşısında dikkatli davranan ve kendi sıkıntıları ve onların bozulmalarına tahammül eden mahrumlar cesaretlenmişlerdi. Osman tehlikeyi hissetti. Ne yapmalı? Medine’de hâlâ Peygamber’in hatırası var ve halk Ebuzer’i tanıyor. Onu Şam’a, Muaviye’nin yanına sürdü. Şam halkı İslam’ı Beni Ümeyye’yle tanımıştı. Muaviye Ebuzer’e karşı daha rahat davranabilirdi. Muaviye Şam’da Romalıları taklit ederek Osman’dan daha seçkin bir yaşam sürüyordu. Ayrımcılık, kirlilik, zulüm, İslam sisteminin yok edilmesi, burada daha net ve daha küstahçaydı. Bugünlerde Muaviye Romalı ve İranlı mimarların yardımıyla “Yeşil Saray”ını yapıyordu. Bu, saltanatın ilk sarayıydı. Görkemli ve güzeldi. Muaviye bu sarayın inşasını o kadar önemsiyordu ki, çoğunlukla işçilerin ve mimarların başında bekliyordu. Ebuzer de her gün oraya gelip haykırıyordu:

“Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan, israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!”

Muaviye tecrübeli ve çok iyi siyasetçiydi. Tahammül ediyor, bir yol bulmak için düşünüp duruyordu.

Bir gün Ebuzer’i evine davet etti. Haddinden fazla saygı ve iltifatta bulunmasına rağmen Ebuzer öfkeli ve sinirli çehresini azıcık olsun değiştirmeyince işi tehdide vardırdı:

“Ey Ebuzer! Eğer Osman’ın izni olmadan bir peygamber sahabisini öldürecek olsaydım, bu sen olurdun. Ancak seni öldürmek için Osman’dan izin almalıyım, Ebuzer bu iş benimle senin aramızı açıyor, sen yoksul ve alt tabakadaki insanları bize karşı ayaklandırıyorsun.”

Ebuzer cevap verdi:

“Allah Resulü’nün sünnetine uygun davranırsan, seninle bir sorunum olmaz. Yoksa hayatımın son nefesini de Peygamber’in bir hadisini zikretmek için harcayacağım!”

Ebuzer’in propagandası yayıldı. İslam’ı da kendilerine daha önce hakim olan Roma rejimi gibi tasavvur eden Şam halkı, yavaş yavaş İslam’ın gerçek çehresiyle tanıştı. Adalet ve özgürlük dini, kalplerde imanın yanında ayaklanıyordu. Fakirlik ve mahrumiyeti dinle açıklayan mahrumlar, ilk kez Ebuzer’den şunu öğreniyorlardı:

“Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse, din başka bir kapıdan çıkıp gider!”

Mescid henüz Allah’ın, halkın ve Ebuzerlerin evi ve mücadele karargâhıydı. Muaviye’nin orada hükmü yoktu. Mescitlerin Allah ve Allah’ın ailesinden –halk- boşalıp halifenin karargâhı ve onun mollasının mekanı olması Ali’nin ölümünden sonradır. Mahrumlar şevk ve ümitle etrafında toplanıyorlar ve o insanlara “hak”la ikiz olan “hakikati”, “adalet”le yoldaş olan “İslam’ı ve ekmeği de düşünen Allah’ı öğretiyor, uyuşturmak yerine tahrik ediyor Yeşil Sarayı daha bitmeden viranelikle tehdit ediyordu.

Muaviye onu Kıbrıs cihadına gönderdi. Eğer fetih gerçekleşirse Muaviye’nin gururu ve “İslam’ın izzetidir!”, eğer Ebuzer öldürülürse, elini onun kanına bulamadan zararından kurtulmuş olur.[6] Ancak Ebuzer sağlam döndü. Gecikmeden cepheden mescide gitti ve işine tekrar başladı!

Muaviye Ebuzer’in, kölelerin hürriyeti ve açların doyurulmasını ne kadar istediğini biliyordu. Bir köleye: “Eğer bu altın kesesini Ebuzer’e vermeyi başarırsan özgürsün!” Köle, Ebuzer’e gitti. Ebuzer kabul etmedi. Köle ne kadar ısrar edip yalvardıysa da Ebuzer bir tek cevap verdi: Hayır! Sonunda köle şöyle dedi: “Ey Ebuzer! Allah seni bağışlasın, bu parayı al, çünkü benim özgürlüğüm sana bu parayı vermektedir.” Ebuzer cevapladı: “Evet ama benim de köleliğim bu parayı almaktadır!”

Hiçbir hile bu inatçı, cesur, zahit ve uyanık adama işlemedi. Sadece zor kullanmak kaldı...

Ali Şeriati Ebuzerr...

Bize kader diye öğretilenler, afyondan başka bir şey değilmiydi acaba...
__________________
Müslümanım, müslümanlardanım demek kadar insanı özgür kılan bir söz yoktur ve olamazda. Bu söz, Rabbimizin vahyinden bizim dillerimize ve gönüllerimize nakş olan yüce bir anlam. Bu sözün anlamlandırılmış hali insan. Bu söz ile insan yaratılmışlar arasında seçkin bir vaziyet alıyor. Ahsen-i takvim makamından nakkaşlık vazifesini icra ediyor. Vahyi nakş ediyor muzdarip gönüllere. (Ahi Evran)


EBUZERR (RA): “DOSTUM (Rasulullah sav) BANA YEDİ ŞEY EMREDEREK, ONLARI VASİYET ETTİ:

-MİSKİNLERİ VE ONLARDAN DÜŞÜK OLANLARI SEVMEMİ,
-KENDİMDEN DAHA DÜŞÜKLERE BAKIP, DAHA İYİ DURUMDA OLANLARA İMRENMEMEMİ,
-KİMSEDEN BİR ŞEY İSTEMEMEMİ (DİLENCİ OLMAMAMI)
-AKRABA İLE İLİŞKİMİ SÜRDÜRMEMİ,
-ACI DA OLSA HAKİKATİ SÖYLEMEMİ,
-ALLAH YOLUNDA, KINAYICININ KINAMASINDAN ÇEKİNMEMEMİ,
-“LA HAVLE VE LA GUVVETE İLLA BİLLAH” SÖZÜNÜ ÇOKCA SÖYLEMEMİ.
En doğrusunu Allah (c.c.) bilir.

"De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir..."Şura/23.

Allahumme salli ala Muhammed’in ve Âl-i Muhammed

Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin abdike ve Resulike ve alel'muminine vel'muminati vel'muslimine vel'muslimati.
Allahım ! kulun ve Resulun Hz.Muhammed'e salat et. Mümin olan erkek ve kadınlara, müslüman olan erkek ve kadınlara da merhamet eyle.


Davası Olmayanın Sevdası Olmaz


“Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz.”, buyurmuştu Yüce Nebi(sav). Çünkü onlar ışığı direkt kaynağından almış ve hayatlarını onunla ışıklandırmışlardı. Bu yıldızlardan biri de hayatını hak ve hakikat yolunda dizayn ederken tavizsiz olan Ebû Zer-î Gıfârî (ra) hazretleriydi.

Nebiler Nebisi (sav) bu yıldız için şöyle demişti: “Ebû Zer’e Allah(cc) rahmet etsin. Tek başına yürür. Tek başına ölür. Tek başına diriltilir…”
O’nu böyle tek kılan neydi? Niçin herkes toplum içinde yaşar, toplum içinde ölürken Ebû Zer-î Gıfârî (ra) hazretleri tek olarak yaşayıp, tek olarak ölmüştü? Bizce bu sır O’nun rivayet ettiği bir hadiste gizliydi.
Bir gün oturmuş yanındakilere hadis rivayet ediyor ve şöyle diyordu: “Dostum (sav) bana altı şey vasiyet etti. * Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi emretti. * Kimseden bir şey istemememi emretti. * Akraba ile ilişkimi sürdürmemi emretti. * Acı da olsa hakkı söylememi emretti. * Allah(cc) yolunda kınayıcının kınamasından çekinmememi emretti. * Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” sözünü çok söylememi emretti.”
Ebû Zer-î Gıfârî (ra) hazretleri bu vasiyeti tam olarak yaşadı. Hayatını ona uygun hale getirdi. Öyle ki kavmi ve ümmeti içinde bir vicdan gibi oldu. Hazreti Ali (ra) O’nun için şöyle demiştir: “Ebû Zer’den başka, kınayıcının kınamasından çekinmeyen kimse kalmadı bugün.”
Ebû Zer-î Gıfârî (ra) buyuruyor ki: “Konuşmayan kimse için dürüstlük bir fazilet olamaz. Susan dürüst bir kimse dürüst değildir. Dürüstlük, hakkı açıklamayı ve ilan etmeyi gerektirir.”
Evet, davası olmayanın sevdası olmaz. Sevdası olmayanın öfkesi olmaz. Gerçek dava adamları davalarına, inançlarına olan sevdaları sebebiyle öfkelidirler. Onların öfkelerinde sevda, sevdalarında öfke gizlidir. Böyle yüce ruhların davalarına, inançlarına leke gelmemesi için her şeylerini, mallarını, mülklerini, koltuklarını, konumlarını, kariyerlerini feda etmekten çekinmezler. Çünkü sayılanların hepsi onlar için ancak davalarına hizmet ettiği müddetçe kıymetlidir. Davaları ile aralarına giren her şey onlar için cadı tuzağıdır. Yollarını kesen cadı tuzağı ne olursa olsun ilk tekmeyi vurmasını bilirler. Çünkü onlar hem daim şu ilahi beyanın tehdidi altında ürperirler:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)
Öfkesi davası için, inancı için olan yüce ruh Ebû Zer-î Gıfârî(ra), hayatı boyunca en yüce yol olan İslam’ın, hayata Peygamberimizin (sav) yaşadığı gibi hâkim olması için didinip durdu. Bu hususta belki en yakınlarını bile ırgalamaktan çekinmedi. Valilerden, devlet başkanlarından, halifelerden sözünü esirgemedi ve hep hakkı haykırdı. Çünkü o hakkın hatırını yüksek tutan bir ruha sahipti. “Hakkın hatırı yüksektir. Hiçbir hatıra feda edilmez. Hakkı söyleyeceğim, bu hususta kimin hatırı kırılırsa kırılsın.” diyenler O’nun açtığı geniş caddeden ilerleyenler oldu. O geniş caddeye çıkmayanlar ise, hak ve hakikatin ezilmesi karşısında “Ne yaparsın hanede çoluk çocuk var, ev var, mal ve mülk var.” gibi değişik mazeretler arkasına saklandı. Davalarına ait değerler ezilirken ses çıkarmadılar.
Her daim öfkesi davası ve inancı için olan yüce ruh Ebû Zer-î Gıfârî (ra) dünyaya uzak, Allah(cc) ve Resulüne(sav) yakın oldu. Onun için dünyanın bir sinek kanadı kadar değeri yoktu. Yaşantısı, sade ve basitti. Ballar balını bulmuştu ve kovanının yağma edilmesi onun için bahse değer bir konu bile değildi.
Gösterişten, riyadan, debdebeden uzak, saltanat, servet ve şöhretten nefret ederdi. Hayatında “iktisat eden bereket” bulur sırrı tecelli etmişti. Aza kanaat ve haline şükretmek onun değişmez ilkesiydi. Korku ondan uzaktı. Öyle ki ölüm karşısında bile hakkı söylemekten asla çekinmezdi. Bunun için dostları arasında, kimseden korkusu olmayan, hak sözü kim olursa olsun yüzüne karşı haykırması ile meşhur olmuştu. Hoş onun şöhretle, gösterişle alakası yoktu. O hakkı savunuyordu.
İslam orduları Rum Kayser’i ve Acem Kisra’sının memleketlerini fethedilince, onlardaki gösteriş, saltanat ve dünyaya olan ilgileri, Müslümanlara bulaşmaya başlamıştı. Yüce ruh Ebû Zer-î Gıfârî (ra) bu duruma şiddetli itirazlarda bulundu. Gözü davasından başka şeyi görmeyen bu yüce ruh için bu bir inkırazdı, gerilemeydi, çizgiden çıkmaydı. Dünya malı biriktirenleri, dünya malının peşinde koşanları sevmezdi. Böyle yapanlara bıkıp usanmadan, “Altın ve gümüş depo edip Allah yolunda sarf etmeyenlere elim azabı müjdele...” mealindeki ayeti okuyordu.
Şam’da bulunduğu dönemlerde şatafatlı yaşama karşı sesini çok yükseltmişti. Vali bu durumdan kurtulmak için ihtiyaçlarını gidermek maksadıyla ona bir tahsisat bağlamıştı. Ama Ebû Zer-î Gıfârî (ra) hazretleri kendisine bağlanan bu tahsisatı fakir ve gariplere dağıtırdı. Sonrada fakirlere dağıttığı paraların sıkıntısını çekerdi. “Niçin böyle yapıyorsun?” denildiğinde o şeyle derdi: Resülullah(sav) bana şöyle buyurmuştur: “İnsana bir lokma bir hırka kâfidir.”
O’nun hayatı söylediği gibiydi. Zaten hep söylediklerini yaşamış, yaşadıklarını söylemişti. Bu dünyadan gerçek âleme giderken de bir hırka yerine geçen kefenle gitti. Kefen de kendisine ait değildi. Rebeze’de Rabbinin “gel” emrine uyduğunda kefen yapılacak bir şeyi yoktu. Bir sahabenin getirdiği kefenle, bu yüce ruh kefenlenip gerçek âlemin kapısı olan kabre kondu.
Ebû Zer-î Gıfârî’nin (ra) açtığı bu çığır asırlar boyu öfkesi davası olan, sevdası için gür çıkanlara önder oldu. Saltanatın, dünyalıkların, gösterişin, riyanın, mal ve mülkün pençesine düşenler Ebû Zer-î Gıfârî’nin yolunda gidenlerden hep çekindiler. Tarih boyunca kim Ebû Zer-î Gıfârî (ra) ruhunu giyinmeye çalışsa onu toplumun dışına, yaşadıklarına müdahale etmeyecekleri zeminlere ittiler. Ama Ebû Zer-î Gıfârî ruhu yok olmadı. Gölgesi asırlar ötesinden günümüze kadar geldi ve asrımızda da sayıları azda olsa makes buldu.
Bu noktada durup şunu sormamız lazım değil mi vicdanımıza: “Asr-ı Saadet’in Ebû Zer’i, Ebû Zer-î Gıfârî (ra) hazretleriydi. Günümüze kadar birçok Ebû Zer ruhlu insan geldi ve haksızlıklara karşı hakkın hatırının yüksek olduğunu savundu. Peki, egemen gücün ulusal ve uluslar arası şeytanlarıyla gırtlağımıza basmaya yeltendiği bu çağın Ebû Zer’i kim? Kim haksızlıklara karşı hakkın hatırını savunacak? Yetimin hakkını koruyacak? Parlak, cilalı, kaypak ve konjonktürel albenilerin hak yola yakışmadığını, Muhammedî bir ruh ve duyarlılıkla kim hesaba çekecek? Kim elde ettikleri makam ve mevkiden kendilerine özel mülkiyet edinenlerin yanlışlığını haykıracak? Kim, bu makam ve mevkilerin geçici olduğunu, aldanmamaları gerektiğini haykıracak?”
Bu ve benzeri soruların cevabını bulmamız gerekiyor.
Ömrü davasının yaşanması uğruna tavizsiz geçen Ebû Zer-î Gıfârî (ra) hazretlerinin hayatını ve bu hayat içerisinde bize ne gibi mesajlar verdiğini öğrenmek zorundayız.
Biliyoruz ki böyle yüce ruhların hayatlarını anlatmak alabildiğine zordur. Ama yine de o ruhun yüceliğini elimizdeki kaynaklara başvurarak yeniden gündeme getirmek gerekiyor. Zira
bugün inananlar, inandıklarının gereğini yerine getirmekten çok, mal ve mülk yığmakla, yazlık ve kışlık evlerine, villalara yenilerini katmakta, biriktirdikleri altın ve gümüşü koyacak banka kasaları bulamamaktadırlar.
Ebû Zer-î Gıfârî (ra) gibi yüce bir ruhu öğrenirken, bu yüce ruha gerçek enerjisini veren kaynağa (Hz. Muhammed - sav) ve bu kaynaktan zikredilen enerjiyi alarak yüce bir ruha sahip olmanın mahiyetini de (Sahabe Efendilerimiz) öğrenmek bizim için mübrem bir keyfiyettir. Ta ki, bu öfkenin, davaya olan sevdanın hangi kaynaktan geldiği anlaşılsın. Aksi halde yansıyan ışığı gösterip kaynağını gizlemek, o ışığın geldiği mahiyetin muhteşemliğini örttüğü gibi, ışığın değerinin de gerçek anlamda anlaşılmasına engel teşkil eder. Rabbim bizleri bu güzel insanların yolundan ayırmasın.Selim Çoraklı
http://www.yusufiye.net/modules.php?name=News&file=article&sid=353

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa